4 Nisan 2011 Pazartesi

Bu soruları kendime sordum

Senin kalbin hiç sıkışır mı?

Benim arada sıkışır, sanki iki ciğerim onu sıkar gibi gelir. Kafesteki bir aslan gibi bütün neşesi kaçar, boğulmaya başlar, haykırmak ister ama sesi duyulmaz.

İşte o zamanlar boğazıma bir de yumru oturur. Sıkışan kalbimin üstünde bir ağırlık hissederim. Hele bir de boğazdaki yumru ile birleşince gözyaşları akmaya hazır haldedir. Yine de akmaz.

Sen hiç ağlar mısın?

Ben yıllardır ağlamıyorum ya da ağlayamıyorum. Ne zaman gözyaşları akacak duruma gelse yazıya sığınıyorum. Gözyaşlarım yerine kelimeler akıyor. Kelimeler aktıkça ben rahatlıyorum. En azından bir süre için.

Bazen sıkıntıyı atmak için müzik dinlemek gerekiyor, bazen iyi bir film izlemek, kimi zaman bir dostu aramak. Ne var ki hiçbir şey yapmadan zamanın geçirmesini beklediğim de oluyor. Yazı ağırlığı alsa da bu sıkıntı kolay geçmiyor.

Sen yağmurları sever misin?

Ben yağmurları severim. Bazen herkesin kaçtığı yağmurda ellerim cebimde yürümeyi, sırılsıklam olmayı özlerim. Şayet beni sırılsıklam edecek bir yağmur yakalarsam ama hani şu hakikaten yağdı mı 'gök delindi' dedirtecek cinsten, mutlaka iliklerime kadar yağmurla bütünleşirim.

Yağmurun insanı günahlarından arındırdığına ya da en azından günahların verdiği ağırlığın azalmasına yardım ettiğine inanırım. Ve nedense ben günahlarımın omuzlarımda değil kalbimin üzerinde yazıldığı düşüncesindeyimdir.

Sen gecelerden korkar mısın?

Çoğu insan gecelerden korkar. Bense geceleri daha çok severim. Bilinmezlerle doludur geceler. İnsan kendisiyle başbaşa kalabilir üstelik. İnsanın kendisi ile başbaşa kalması korkunç görünse de eğiticidir. Bütün bir gece kendinle oturup hesaplaşırsın.

Kendisine karşı satranç oynayan biri gibi hatalarını, günahlarını sayarsın kendine, bir yandan da kendini aklamaya çalışırdın. Bir noktada kendine bile söylediğin yalanları görürsün. Öyle günlerin sabahında insanın içinden aynaya bakmak gelmez.

Sen kendi uçurumuna baktın mı?

Boyanmamış, bembeyaz duvarların çevrelediği küçücük bir odada ben kendi uçurumuma baktım. Kendimin en rezil, çirkin yanıyla karşılaştım. O çirkin, rezil ve sakat tarafı ilk gördüğümde kendimi öldürmek istedim. Sonra bir merakla yavaş yavaş daha fazla baktım kendi sakat tarafıma.

En sonunda kendi kötü tarafımı da sevdim ve ona sarıldım. Onun bir parçam olduğunu kabul ettim ve o da bana bir daha hiç yalan söylemedi. Kendime yalan söylemeden yaşamaya başladım. Zamanla aynaya bakmaya bile dayanır oldum.

Senin canın hiç yandı mı?

Benim canım yandı, hem de çok. Ama yalan söylemeyeyim ben de çok can yaktım. Sevdiklerimin de, sevmediklerimin de canını yaktım. İnsanın canı en çok sevdikleri yakınca yanıyor. Sevdiğin canını yakınca kızamıyorsun, kıyamıyorsun ona. Sezar gibi sadece arkanı dönerek, “Sen de mi?” diye soruyorsun.

Soruyu sana sordukları zaman da, içinden gözyaşlarını akıtarak, “Evet, ben” diyebiliyorsun. O kendince açıklamlarının hepsi saçma geliyor ama bir kez canı yaktın mı geriye de dönemiyorsun. Özür dilemek bir şey ifade etmiyor. Tıpkı senin canını yakan sevdiklerinin senden özür dilemesi gibi. Bazen canın yanınca, bazen de can yakınca kalbin sıkışmaya başlıyor.