29 Aralık 2011 Perşembe

Beceriksizliğin kılıfıdır hata

Şırnak dünyanın en güzel bölgelerinden biridir. Gideni kendisine kısa sürede aşık eder. Ne yazık ki çoğu güzel gibi onunda kaderi bahtsızdır.

Sen hiç gittin mi Şırnak’a bilmiyorum ama ben gittim. Gittiğim gibi de aşık oldum. Ancak onun kadersizliğine de şahit oldum.

Şırnak’ta geceleri yollarda asker ya polis görünmez. Özel harekat binalarının ışığı dışında yollarda ışık da yanmaz.

Hayat zordur Şırnak’ta, ölüm her daim etrafta dolaşır. Bazen kurşunlardan çıkan mermidir ölüm, bazen gidilemeyen hastane, bazen ise uçaklardan atılan bombadır. Kimi zaman tek başına ölürsün Şırnak’ta kimi zaman ise arkadaşlarınla birlikte.

35 kişi öldürülür Şırnak’ta ama bunun adı “operasyon hatası” olur. Vatandaşını koruyamayan, ona iş imkanı sağlayamayan devlet bunu üstünü bir şekilde kapar. Şırnak’ı bilmeyenler de bu hatayı mazur göstermeye çalışır.

Ne var ki o mazur göstermeye çalışanlar, kendi güvenli evlerinin civarında polis kimlik sorunca sinirlenir, elektrikleri kesilince olay yaratırlar. Bilmezler ki Şırnak’ı ve çekilen çileyi.

İş imkanı olmayan, güvenlikleri sağlanamayan 35 kişi para kazanmak için mazot kaçırmaya gittiler ve öldürüldüler. Onlar ölmeden önce uçaklar yerlerini tespit etti, sonra diğer uçaklar füzeler yağdırdı. 35 canı öldürmek için büyük paralar harcandı. Ama ölüleri katırların sırtında taşındı.

Kendi sınırlarını koruyamayan, dost ile düşmanı ayırt edemeyen bir ordu ve onu korumaya çalışan, bölgenin dertlerini bilmeyen yöneticiler. İstifa etmek, hatayı kabul etmek yoktur buralarda. 35 kişiyi öldürsen de sorun olmaz. Susarsın, birileri seni korur ve hayatına devam edersin.

Şırnak o kadar güzeldir ki anlatmaya kelimeler yetmez. Ne var ki bir o kadar da dertlidir. Geçim derdi vardır. Bölgeye her yıl bilinmeyen miktarda para akar, askerler ve polisler için ama halkına iş imkanı sağlamak çok zordur.

Üniversite açılır Şırnak’ta ama Şırnaklılar pek iş bulamaz o üniversitede. Kimi zaman sevdiklerini kaybederler. Sonra siyasilerin sevdiği bir değişle bıçak kemiğe dayanır ve dağa çıkarlar. Kürt çocuklarının dağa çıkmasını önlemek için kimse uğraşmaz, aksine sanki çıkmalarını istiyorlarmış gibi davranırlar.

Sınırlarını koruyamayanlar, insanlarının geleceklerini de, çocukların hayallerini de korumayı beceremezler.

Şırnak’ta Türkçe konuşulmaz, Kürtçe konuşulur çünkü Kürtlerin ana dili Kürtçedir. Yıllardır kabul edilmese de bu böyledir.

Türkçe sonradan öğrenilir ama bir gün gidersen yüzlerinden gülücük eksik olmayan çocuklar seni Türkçe karşılar. Yabancılık çekmeni istemezler. İyi insandırlar çoğumuz gibi ama hayatları zordur.

35 can gitti. Sorumlular kim hiçbir zaman bilinmeyecek. Analar ağlayacak, çocuklar ağlayacak, birileri intikam isteyecek, bazıları dağa çıkacak. Sorunlar çözülmeyecek. 35 can büyük paralarla öldürülüp, katırların sırtında cesetleri köylerine getirilecek ve unutulmak üzere gömülecek.

Bir hata, ne var ki. 35 kişi ölmüş, zaten yaşadıkları bile bilinmiyordu. Büyütmeye gerek var mı? Askerler ölse daha mı iyiydi. Onlar da kaçakçılık yapmasaydı. Devlet açıklamayı yaptı, uçaklardan kimlik kontrolü mü yapılsın. Daha yüzlerce anlamsız cümle sıralanacak. İnsan hayatına değer vermeyenler, kendilerini üstün görenler başkalarının acılarını anlamayacak.

İki evladını kaybeden bir ananın acısını kim anlayabilir ki? Sen mi, ben mi, kim?

Paraları yoktu, dağa çıkmak istemediler ve beceriksiz bir operasyonda, hayatlarında görmedikleri kadar para harcanarak öldürüldüler. Bir tek öldürülmeleri çok maliyetli oldu. Cesetlerini katilleri değil sevdikleri buldu. Ve soğukta 35 canı sevdikleri toprağa verdi.

27 Ekim 2011 Perşembe

Ekim yağmurları

Ekim yine yağmurlarıyla birlikte geldi. Pencereme her damlanın vuruşunda içim biraz daha ıslandı. Sen bilmezsin belki ama ben Ekim’de öleceğimi düşünürüm. Yağmurlu, lambaların erkenden yakılmaya başlandığı, soğuk bir Ekim öğleni...
Şimdi yağmur yağarken, hava hafiften puslu ve apartmanlarda ışıklar yanmaya başlamış. Işıkları gördükçe o evlerde hayat olduğunu anlıyorum. Bazen evde tek başıma otururken gelen çatal bıçak seslerinden akşam yemeği saatinin gelmiş olduğunu anlamam gibi...
Sen şimdi nerelerdesin acaba? Ekim yağmurları seni de ıslatıyor mu? Eminim ki ıslatıyordur ve sen o yağmurların altında gülerek dolanıyorsundur. Yakında bir akşam eğlence vardır, oraya gider, içki içer, şarkılar söylersiniz. Hatta kafanız güzelse dans bile edebilirsiniz. Sesin aramızdaki mesafeyi aşmak istercesine yol alır ya da ben öyle olduğuna inanırım. Sonuçta kulağıma senin sesin çalınır ve ben gülümserim.
Ekim yağmurlarıyla geldi ve bu senede birini aldı benden. Annem ölüler için dua okutmak istediği zaman toptan yapıyor bu işi zira herkes Ekim’de ölmüş bizim ailede. Bazen yağmurların onların bize gönderdiği gözyaşları olduğunu düşünüyorum.
Hava soğuk, ben yürüyorum, usul usul yağan yağmur beni ıslatırken dudaklarımda sevdiğim melodinin ıslığı. Bizim yollar bilirsin asvalttır, ama aklımda çamurlu yollar var. O çamurlu yolları, yeşil çimenleri görmek istiyor içim.
Tahminimce oralar soğuktur şimdi. Malum bizim şehrin yapılaşması sonucu artık çok soğuk olmuyor. Bize çok soğuk gibi gelen hava ise sizin orayala kıyaslanırsa ılıman. Seni düşünüyorum bazen. Yanında olsam, birbirimize bakıp gülsek, Ekim yağmurunda birlikte ıslansak.
Arabalar yanımdan hızlıca geçiyor. Sıkıldım ben bu şehir hayatından. Şöyle kimsenin olmadığı, seyrek de olsa yağmurların yağdığı, yeşili bol bir yerde yaşamak istiyorum.
Yağmur hızlanıyor, ben dudağımdaki melodiyi daha bir sesli hale getiriyorum. Bir kaç evin daha ışığı yanıyor. O evlerin içi şimdi sıcaktır ama esasında huzur olmadan evlerin ısınmayacağını çok erken öğrendik ikimizde.
Huzursuz bir evde olmaktansa sokaklarda yürümek daha güzeldi bizim için. Ben şimdi komşuların ışıklarını görmemek, çatal bıçak seslerinden yemek vaktinin geldiğini anlamak için yürüyorum.
Ekim yağmuru ıslatıyor beni. Saçlarımdan, kaşlarımdan, sakallarımdan akıyor. Biliyorum ki o damlalar birilerinin gözyaşları, içlerinde senin şarkılarının melodileri olan...

7 Ekim 2011 Cuma

Amca...

Hayat bazen bize acımasız bir mizah duygusuyla yaklaşıyor. Kimi zaman çalan bir telefonla gelen haber içimizi yakıyor.
Geçen yıl babamı kaybetmiştim. Uzun zamandır görmediğim ama ölünce üzüldüğüm babam. Bir yıl sonra bir kez daha telefon çaldı. Bu sefer babamın kardeşi, amcam öldü. Onunla birlikte çocukluğumun bir bölümü de toprağa girdi.
Amcamla adaştık. Pek bilinmez ama dünyada iki tane Ali Abaday vardı. Şimdi bir tane kaldı.
Babamla birbirlerine “babaoğlu” diye hitap ederlerdi.
Uzun yıllardır görmediğim iki adam, bir nevi benim yarım bir yıl arayla birbirlerini takip ettiler. Amcamla ilgili hatıralar babamınkinden daha az. Beni yıllar önce gezmeye götürdüğü bir hafta dışında zaten çok da amca yeğen olamadık.
Esas yakınlaşmamız babamın vefatından sonra olmuştu. Beni aramış aramızdaki buzları çözmeye çalışmıştı. Zordu gerçi bu, 30 yıl sonra çıkan bir akraba pek de normal karşılanamıyordu. Bir de yıllardır görüşülmemiş babanın sesine sahip olması, onunla aynı tonda konuşması daha da düğümlüyordu kelimeleri.
Yılmadı amcam, uzun aralıklar girse de konuşmaya çalıştı benimle. Arayacağım dedikten sonra aramamalarımı hiç yüzüme vurmadı. Onunla konuşmak babamı, çocukluğumun kimi mutlu günlerini hatırlattığı için güzeldi ama anlatılamayan nedenlerden de kelimeler düğümleniyordu. Bunları ona hiç anlatamadım. Zaten konuşmakta iyi değilken geçmişi, hissetiklerimi anlatamadım.
Son isteği beni görmekti. Gitmedim, gidemedim. Hala emin değilim son kez görüşmemiş gerekip gerekmediğinden. Yine de bir adamın son dileğini yerine getirememek, şuuru yerindeyken bu isteğine kavuşmasını isteyerek olmasada engellemek can sıkıyor.
Amcam artık yok, çocukluğumun bir bölümü de onunla birlikte toprağa karışacak. Hayat devam edecek ama ben bileceğim ki babamın sesine sahip, onunla aynı şekilde konuşan adam artık hayatta olmayacak.
Amca bu satırlar senin için. Kusura bakma son dileğini yerine getiremedim, yanında olamadım. Yıllar sonra zor geldi tekrardan başlamak. Ama sen babamın yarısıydın. Şimdi ellerim yine üşüyor, tıpkı babam öldüğünde üşüdüğü gibi. Ne kadar ölümü kanıksasam da olmuyor. Seni özleyeceğim, çok seyrek de olsa yaptımız konuşmaları, o tatlı sesini, çocukluğumun içinden gelen gülümseyen yüzünü
Huzur içinde yat ve beni bağışla yanına gelemediğim için...

10 Haziran 2011 Cuma

Dünya durdu

Hani bir an gelir gözyaşların gözünde akmak için toplanır ya...

Bir akmakla akmamak arası kalır...

Tüylerin diken diken olur...

Masaya oturursun, hafta bitmek üzeredir. Mesaiden sonra yapacaklarını düşünürsün. Sonra...

Bir haber gözüne çarpar, yok dersin, okudukça için katılır. Hayat anlamsız gelmeye başlar...

Senin dışında herkes koşturmaktadır ama senin için o an dünya durur...

Şafak’ı hiç görmedim. Sesini duydum ama tanışamadık.

Tedavisine devletin dikkatini çekmeye çalıştık. Sonunda çektik de. O zamanlar hem onunla hem ağabeyi ile konuştuk.

Şafak iyileşecekti. Sonra İstanbul’a gelecekti...

Birlikte rakı içecektik...

Çok gençti daha...

Neden diye haykırıyor insan için sadece neden.....

Şafak kayboldu, dünya durmayı bıraktı bizim için...

4 Nisan 2011 Pazartesi

Bu soruları kendime sordum

Senin kalbin hiç sıkışır mı?

Benim arada sıkışır, sanki iki ciğerim onu sıkar gibi gelir. Kafesteki bir aslan gibi bütün neşesi kaçar, boğulmaya başlar, haykırmak ister ama sesi duyulmaz.

İşte o zamanlar boğazıma bir de yumru oturur. Sıkışan kalbimin üstünde bir ağırlık hissederim. Hele bir de boğazdaki yumru ile birleşince gözyaşları akmaya hazır haldedir. Yine de akmaz.

Sen hiç ağlar mısın?

Ben yıllardır ağlamıyorum ya da ağlayamıyorum. Ne zaman gözyaşları akacak duruma gelse yazıya sığınıyorum. Gözyaşlarım yerine kelimeler akıyor. Kelimeler aktıkça ben rahatlıyorum. En azından bir süre için.

Bazen sıkıntıyı atmak için müzik dinlemek gerekiyor, bazen iyi bir film izlemek, kimi zaman bir dostu aramak. Ne var ki hiçbir şey yapmadan zamanın geçirmesini beklediğim de oluyor. Yazı ağırlığı alsa da bu sıkıntı kolay geçmiyor.

Sen yağmurları sever misin?

Ben yağmurları severim. Bazen herkesin kaçtığı yağmurda ellerim cebimde yürümeyi, sırılsıklam olmayı özlerim. Şayet beni sırılsıklam edecek bir yağmur yakalarsam ama hani şu hakikaten yağdı mı 'gök delindi' dedirtecek cinsten, mutlaka iliklerime kadar yağmurla bütünleşirim.

Yağmurun insanı günahlarından arındırdığına ya da en azından günahların verdiği ağırlığın azalmasına yardım ettiğine inanırım. Ve nedense ben günahlarımın omuzlarımda değil kalbimin üzerinde yazıldığı düşüncesindeyimdir.

Sen gecelerden korkar mısın?

Çoğu insan gecelerden korkar. Bense geceleri daha çok severim. Bilinmezlerle doludur geceler. İnsan kendisiyle başbaşa kalabilir üstelik. İnsanın kendisi ile başbaşa kalması korkunç görünse de eğiticidir. Bütün bir gece kendinle oturup hesaplaşırsın.

Kendisine karşı satranç oynayan biri gibi hatalarını, günahlarını sayarsın kendine, bir yandan da kendini aklamaya çalışırdın. Bir noktada kendine bile söylediğin yalanları görürsün. Öyle günlerin sabahında insanın içinden aynaya bakmak gelmez.

Sen kendi uçurumuna baktın mı?

Boyanmamış, bembeyaz duvarların çevrelediği küçücük bir odada ben kendi uçurumuma baktım. Kendimin en rezil, çirkin yanıyla karşılaştım. O çirkin, rezil ve sakat tarafı ilk gördüğümde kendimi öldürmek istedim. Sonra bir merakla yavaş yavaş daha fazla baktım kendi sakat tarafıma.

En sonunda kendi kötü tarafımı da sevdim ve ona sarıldım. Onun bir parçam olduğunu kabul ettim ve o da bana bir daha hiç yalan söylemedi. Kendime yalan söylemeden yaşamaya başladım. Zamanla aynaya bakmaya bile dayanır oldum.

Senin canın hiç yandı mı?

Benim canım yandı, hem de çok. Ama yalan söylemeyeyim ben de çok can yaktım. Sevdiklerimin de, sevmediklerimin de canını yaktım. İnsanın canı en çok sevdikleri yakınca yanıyor. Sevdiğin canını yakınca kızamıyorsun, kıyamıyorsun ona. Sezar gibi sadece arkanı dönerek, “Sen de mi?” diye soruyorsun.

Soruyu sana sordukları zaman da, içinden gözyaşlarını akıtarak, “Evet, ben” diyebiliyorsun. O kendince açıklamlarının hepsi saçma geliyor ama bir kez canı yaktın mı geriye de dönemiyorsun. Özür dilemek bir şey ifade etmiyor. Tıpkı senin canını yakan sevdiklerinin senden özür dilemesi gibi. Bazen canın yanınca, bazen de can yakınca kalbin sıkışmaya başlıyor.

7 Mart 2011 Pazartesi

Gazetecilik

Gazetecilik zorlu meslektir. Bir kere çalışma saatleri yoktur. Günün 24 saati, haftanın 7 günü çıkacak bir haberin peşinden koşabilir gazeteci. Üstelik onca emek harcadığı haberini her zaman da yayınlama fırsatı bulamaz.

Bazen yaptığı haberden ötürü acımasızca eleştirilir, bazen de alkış toplar gazeteci. Ancak ne olursa olsun gerçeği ortaya çıkarmaya çalışır ve bunun için bazen doğru bildiği gerçeklerle de ters düşebilir.

Tabii bu her gazeteci için geçerli değildir. Kimisi adını duyuracağı, doğruluğu kanıtlanamayan haberleri yazmayı da sever. Hatta haberi doğrulatmak için uğraşmaz bile. Tek kaynaktan aldığı bilgiye inanıp onu aynen yayına alır. Üzerine çamur attığı kişinin neler yaşayacağını düşünmez.

Türkiye’de yalan haber yazan, haberi doğrulatamayan ama yine de yayına koyan gazeteciler var. Bunu yapmaktan çekinmiyorlar da zira onları bu durumda cezalandıracak bir kurum yok. Mesleğin kurallarının oturduğu, etiğin içi boş bir kelime değil gerçek anlamıyla kullanıldığı ülkelerde yalan haber yazan gazeteciye bir daha yazı yazdırılmaz.

Ancak burada yalan haber ile yanlış haber arasındaki farkı da bilmek gerekir. İsteyerek, doğruluğundan emin olmadan yazılan haber yalandır. Fakat, eldeki kanıtlara göre yazılan, o kanıtlara göre bir kaç kaynak bulunan haber yanlış çıkabilir. Arada ince ama önemli bir ayrım vardır.

Gazetecilik ego işidir ama yıllarca sürüneceğini, her daim isminle anılacağını ya da kimi zaman bilinen biri olamayacağını kabul ederek yapılması gereken bir ego işidir. Bir haber için her şeyi geride bırakacak kadar sevmek gerekir mesleği. Kimi zaman tüm sevdiklerini karşına alacağını bilerek doğrulardan sapmayacağını bilmek gerekir.

Bir gün bile biri için haberi değiştirirse yıllar sonra onun karşına çıkacağını iyi bilmeli insan. Bir de habere karışmamak gerektiğini. Bu belki de mesleğin en zor koşullarından biridir. Yanında biri yardım isterken orada durup hiçbir şey yapmadan olanları yazmak.

Bu ne her insanın ne de her gazetecinin yapabileceği bir durumdur. İnsan olarak orada yardım etmek bir içgüdü olarak bağırır. Diğer yandan haberin öznesi olmak objektifliği bozar. Hiç kimse öyle bir durumla karşılaşmak istemez ama karşılaşınca gerçekten çok az insan durup olayı izler ve karışmadan haberleştirebilir.

Velhasıl gazetecilik zor meslektir ve toplumun giderek bölündüğü bir dönemde daha da zorlaşıyor. Unutmamak gerekir ki halkın haber alma özgürlüğü kısıtlanamaz. Bir gazeteci sadece yazdıkları yüzünden tutuklanır, hapsedilirse bunun hesabını kimse kolay kolay veremez. Zaten bunu yapanların zamanla nasıl yok oldukları tarih sayfalarında yer almaktadır.

Diğer yandan bir gazeteci mesleği dışında işler yapar, bildiklerini topluma açıklamazsa, o gazetecinin de haberciliği sorgulanır. Sonuçta gazeteci halkı aydınlatmak, bilgi vermekle yükümlüdür. Gazeteci sadece düşünce ve ifade hürriyeti olan kişi değildir, haber verme ve toplumu doğru bilgilendirme yükümlülüğü de olan kişidir. Haber için topladığı bilgilerden yarar sağlayarak bunları yayımlamamak ve bundan çıkar sağlamak, habercilik gücünü bir grubun lehine kullanmak, yanlı haber yapmak da meslek ahlakı açısından doğru değildir.

Gazeteciliğin bir de bilinmeyen yüzü vardır. Ego mesleği olduğu için birbirinin ardından kuyu kazan olur, yükselmek için yanındakileri rahatça harcayan olur, kendisine rakip gördüğü arkadaşını yukarıya şikayet eden olur. Sevmediği, kıskandığı ya da görüşlerini paylaşmadığı meslektaşlarından birinin başına iş gelince sevinen de çoktur. Kınanacaklarını bildiklerinden bu sevinci açıkça da söylemezler ama anlarsınız ki mutludurlar.

Gazetecilik kişinin en kolay harcanabileceği mesleklerden biridir. Bir sabah işe gittiğinde kovulduğunu öğrenebilirsin. Ve bu meslekte kimse kolay kolay arkadaşlarının keyfi kovulmasına sert tepki vermez. Verse de o sayı çok azdır. Toplu bir iş bırakma ya da protesto da olmaz çünkü maddi durumu genelde iyi değildir gazetecinin ve kovulursa iş bulması zordur. Kolay kolay patronun sözünden çıkamaz. Çıkarsa da başına gelecekleri bilir.

Kısacası zor meslektir gazetecilik, keyfi ayrıdır ama cefasını çekmeden sefasını sürmek olmaz. Ve gazetecinin kaynağı çok da olsa dostu azdır. Zira düzgün gazetecilik yapan, gazetecilik etiği ve meslek onuruna sahip çıkan meslektaşlar bulmak her geçen gün zorlaşmaktadır.

6 Ocak 2011 Perşembe

Üniversite nedir, ne değildir

Üniversite ya da İngilizce yazılışıyla “university” Latince universitas magistrorum et scholarium’dan gelir, anlamı da öğrenci ve alim topluluğudur. Ayrıca bir görüşe göre de evrensel şehir anlamı içerir. Sonuç olarak üniversite öğrencilerin eğitim aldığı bir yerdir.

Üniversite sadece meslek eğitimi vermez. Bu eğitimi veren kurumlara yüksek okul denir ve öğrencilerini iş hayatına hazırlar. Üniversite eğitimi alanlar daha çok uğraştıkları disipline bir artı getirmeye çalışırlar ve üniversite idealde olması gereken hali ile bir düşünce üretme yeridir. Tabii bu Türkiye’de pek de ayırdında olunan bir konu değildir.

Üniversiteler disiplinlerle, aradisiplinlerle ilgili çalışma yapılırken, öğrenciye direk bir şeyi ezberlemesi için dayatmaz. Gerçek üniversitede öğretim görevlileri merak eden öğrencilere, merak ettikleri konuları öğrenmeleri için rehberlik ederler. Onlar arasında ayrıca bir öğrenci öğretmen hiyerarşisi olmaz. Sonuçta aynı konuya ilgi duyan ve o konuda birlikte çalışmalar yapan dostlardır bir bakıma.

Kısacası üniversitelerde öğretim üyelerine duyulan saygı, yaşlarına veya mevkilerine hürmeten duyulan göstermelik bir saygı değil, uğraştıkları bilime ve üretilen bilgiye duyulan saygıdır. Gerçekten saygıyı hak ediyorsa zaten öğrencileri o saygıyı öğretim üyelerine gösterirler. Öğretim görevlileri de ellerinden geldiğince öğrencilerin merakları çerçevesinde onlara yol göstermeye çalışırlar.

Bu girişten sonra Bilgi Üniversitesi’nin pek de üniversite olduğu söylenemez. Üniversitede akademik özgürlüğün çerçevesini merak eden bir öğrencinin tez çalışması aylar sonra basına yansıyınca, özgür bir düşünce ortamı olması gereken üniversite birden sıkıyönetim ilan edilen şehirlere benzedi. Akademisyenlerin okuldan ilişiği kesildi. Tamamen göstermelik çözümler üretildi.

Bilgi Üniversitesi’nin akademik özgürlüğü hiçe sayan uygulamalarının ardından dünyanın en iyi üniversiteleri arasına giremeyeceğini bir kez daha gördük. Zira verilen eğitimin kalitesi kadar öğrencilere ve öğretim görevlilerine sağlanan özgürlükte önemlidir.

Bu konuda yakın tarihteki belki de en önemli olay Prof. Edward Said’in bir İsrail sınır karakoluna taş atarken çekilen fotoğrafının yayımlanmasıyla yaşanmıştı. Columbia Üniversitesi’ne Said’in ilişiğinin kesilmesi için baskılar yapılmaya başlanmıştı. Eminim ki Said bir Türkiye üniversitesinde ders veriyor olsaydı anında ilişiği kesilir ve bir daha Türkiye’de ders vermemesi sağlanırdı. Ancak Columbia Üniversitesi’nin rektörü Jonathan R. Cole bir yazı kaleme alarak Said’i savunmuştu.

Bu yazıda Cole şu ifadeleri kullandı; “Akademik özgürlükten kasıt, bütün öğretim görevlilerinin, sınıflarında konularını tartışırken özgür olmalarıdır; bu özgürlük, araştırma ve bu araştırmaların sonuçlarını yayımlama özgürlüğünü de içerir.

...Öğretim görevlileri fikirlerini ifade etmelerinden veya özel ya da kamusal alanda kurdukları ilişkilerden dolayı üniversite tarafından cezalandırılmaz... Kısacası, üniversite, bir görevlisinin fikirlerini açıklamasına veya davranışlarına karşı, bunlar yargının alanına girse bile müdahale etmeyebilir. Karşılığı, hal ve şartlar belirler....

Bir üniversite için, bireyin siyaseten baskın bir ideolojinin titreten-felç edici etkisinden korkmaksızın, görüşünü ifade etmekte kendisini özgür hissetmesinin güvence altında olmasından daha temel bir ikinci şey yoktur....

Fikirler, sınıf içinde veya dışında kamusal ifade buldukça anlam taşır; bazı fikirler bize çirkin gelebilir, 'doğruluk' mefhumumuza aykırı düşebilir, yargılarımıza veya kabullerimize meydan okuyabilir, ama ne olursa olsun akademik düzenimizin temel yapısını tehdit etmedikçe güvence altında olmaları gerekir.....

Bu nedenle, Said'in etrafında süregiden son tartışma da bizi rahatsız etmemelidir; yeter ki tartışma özgür fikir alışverişine zincir vurma veya Profesör Said'e yaptırım uygulama çanlarını içerir hale gelmesin. Hepimizi ve akademik özgürlüğü tehdit eden işte tam da Said'in ifade özgürlüğünü ya da eleştirilerini sınırlama düşüncesinin kendisidir. Öğretim üyelerimizin görüşlerine yönelik bu tür kısıtlamaların, bu üniversitenin saygın bir özelliği açısından uzun süreli olumsuz etkileri olabilir: Bu özellik, çoğunluğun kabul edilemez görebileceği fikirlere karşı hoşgörü göstermektir...."

Bu savunmanın İngilizce ve Türkçe metni bütün üniversitelere asılsa ne güzel olurdu. Ancak öğrencilerin kıyafetlerine dahi karışan üniversiteciklerde bunun olabilmesi pek de mümkün görünmüyor.

Bilgi Üniversitesi dışında, Manisa’da Celal Bayar Üniversitesi’nde yaşanan bir olayda Türkiye’deki çoğu üniversitenin gerçek bir üniversite olmadığının kanıtıydı. Üniversitenin Rektörü Mehmet Pakdemirli, öğrencilerin protesto etmek istediği Bülent Arınç’ın misafiri olduğunu öne sürerek öğrencileri okuldan atmakla tehdit etmişti.

Pakdemirli’nin unuttuğu şey üniversitenin kendi evi olmadığı, aksine oranın öğrencilere ait olduğuydu. Şayet Arınç evine geldiğinde bu durum olsa haklıydı ancak okul öğrencilerindir.

ABD’de son başkanlık seçimleri sırasında eski başkan Bill Clinton, o zaman Demokrat Parti başkan adayı olan Obama için oy istemeye gittiğinde Cumhuriyetçi Partili öğrencilerce her seferinde protesto edildi ama kimse de çıkıp o öğrencilere bir şey demedi.

Üniversite fikir üretme yeridir ve üniversiteyi üniversite yapan “özgür” olmasıdır. Gerekirse fikirler uğruna eylemler de yapılır. Bu eylemler temel bir insan hakkı olan düşünce ve ifade hürriyeti kapsamındadır. Hiçkimse ve hiçbir kamusal otorite, polis ya da kolluk kuvvetleri Anayasa ve uluslararası sözleşmeler ile korunan buhakkın kullanılmasını engelleyemez.

Son olarak öğrencilere su ve gaz sıkan polisler rektörlük istemedikçe üniversiteden içeri giremez. Öte yandan Anayasanın 34 üncü maddesine göre, "Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir." AİHS'nin 11. maddesine göre de "Herkes asayişi bozmayan toplantılar yapmak, dernek kurmak, ayrıca çıkarlarını korumak için başkalarıyla birlikte sendikalar kurmak ve sendikalara katılmak haklarına sahiptir."

Bu yasal düzenleme karşısında demokratik hakkını kullanan öğrenciler değil, o öğrencilerin üstüne tazyikli su, biber gazı vs. sıkan kolluk kuvvetleri suç işlemiş olurlar. Zira öğrenciler üniversite alanı içinde yasal haklarını kullanabilirler ve polis buna karışmamalıdır. Demokratik bir rejimde polisin görevi, hak ve özgürlüklerin kullanılmasını engellemek değil, kişilerin güvenliğini sağlamaktır. Ancak daha üniversite ile yüksek öğretimin farkının bilinmediği, son yıllarda üniversite sayısını ikiye katlamakla övünen ama o üniversitelerde verilen eğitimin kalitesi ile, bilimsel üretimin düzeyi ile hiç ilgilenmeyen iktidarların olduğu topraklarda bunlar dikkate alınmaz.

Gerçek üniversite eğitimi binaların sayısının artması ile değil, özgür düşünceye izin veren, kıyafetten çok kafa yapısını önemseyen kurumlarla olur. Orada öğretim görevlisi olmak da kolay değildir. Yoksa parası olan herkes üniversite açabilir, tıpkı her eline fırça alanın resim yapabileceği gibi.