30 Aralık 2008 Salı

Yılsonu Muhasebesi

Yılsonu hayat muhasebesinde matematiğim kötü olduğundan bu yıl da borçlu çıktım...

19 Aralık 2008 Cuma

Gazeteci hata bir daha yapılmasın diye çalışır

Üniversitede Uluslararası Habercilik dersi alırken hocamız Yeşim Çaplı bize Costa Gavras’ın Çılgın Şehir / Mad City filmini izletmişti. Bu derste, izlediğimiz filmler üzerinden basın ve habercilik eleştirileri yapıyorduk. O filmden aklımda kalan en etkileyici sahne işe yeni başlamış haberci kızın vurulan güvenlik görevlisine yardım etmesiydi. Kamerayı kurduktan sonra yaralı bekçinin yanına gitmiş ve gazeteciliğin altın kurallarından biri olan objektifliğini yitirmişti. Bant kaydını izleyen editörü ise kızın insanî duygularla olaya karışmasına sinirlenip bir daha böyle davrandığı takdirde onu kovacağını belirtmişti.
Yanınızda biri ölümle cebelleşirken seyretme fikri gerçekten de biraz korkutucu. Yıllar sonra bir yemekte konuşma şans bulduğum CNN-International’ın uluslararası muhabiri Ralph Begleiter’a bu konuyu sormuştum.
Eski bir savaş muhabiri olan Begleiter kimi zaman ABD askeri akademilerinde ders veriyordu. Malum gelişmiş ülkelerde askerler gazetecilere değil gazeteciler askerlere dersler verir. Yanında bir asker ölürken gazetecinin o anı görüntülemesi, haber yapması pek çok subay adayının hoşuna gitmeyen bir durum olduğundan o da benimkine benzer, ancak üslubu çok daha sert sorularla sık sık karşılaşmış. Bu sorulara verdiği cevabın her zaman aynı olduğunu yineleyerek şunları söylemişti: “Ben bir gazeteciyim, insan hayatı kurtarmaktan anlamam, ama bir gazeteci olarak ayrıntıları yakalamayı iyi bilirim. Gazetecinin görevi haber yapmaktır, o askerlerin tuzağa düşmemesini, ölmemesini sağlamak ise komutanların görevidir. Gazetecinin bir asker ölürken yaptığı haberle ileride yüzlercesinin hayatını kurtarması mümkündür. Komutanlar ise o gazetecinin gördüklerinden hatalarını saptayarak bir daha aynısını yapmamayı öğrenir. Ne var ki gazeteci askeri kurtarmaya çalışırsa o haberi yapmak için bir daha fırsat yakalamayabilir.” Bu cevap gerçekten etkileyiciydi.
Bir gazeteciyseniz ileride uykularınızı kaçıracak durumlarla karşılaşabilirsiniz. Bazı olaylarda yardım edebileceğiniz halde insanları bilgilendirmek için, bir daha aynı hataların yapılmaması için sadece gözlemlemekle yetinmek durumunda kalabilirsiniz.
Savaş muhabiriyseniz yaptığınız haberi hem askerler hem de halkla paylaşabilirsiniz, komutanlar ders çıkarsın, halkın bir parçası olan askerler ve ilerde asker olmayı düşünenler aynı hatalara tekrar düşmesin diye.
Evet, yapılan haberler yasaklanabilir, birileri medyayı susturmayı deneyebilir ama bu yolla aynı hatalar tekrar tekrar yaşanır. Hatalardan ders almak için bazen dışardan farklı bir göze ihtiyaç duyulması ise gayet insanî bir durumdur.
Şimdi gazetede çalışırken, bir haberde işim gereği insanî yanımdan uzaklaşacak ve sadece olaya odaklanacak bir durumda kalmamak için uğraşıyorum. Biliyorum ki bir hayat kurtarmak ya da onun haberini yapıp olaya karışmamak, ameliyat için iki hastadan birini seçmek zorunda kalan doktorun yaşayacağı kadar zor bir durum olacak.

13 Aralık 2008 Cumartesi

Değişen seçimler

Şampanyanın getirildiği soğuk kovanın içindeki buzlara ayağını soktuğu zaman birden rahatladı. Saatlerdir ayakları üstünde durduktan sonra bu buzlu kovalara ayaklarını sokmayı iple çekiyordu. Hayatının en rahat anlarından birindeydi, kapıda ise biriken hayranları onu bir saniye görebilmek için birbirlerini adeta çiğniyorlardı.
Şu an bir gösteriyi daha bitirmiş ve kendine gelmeye çabalıyordu. Küçük bir çocukken, topraklı yollarda düşe kalka oynarken buralara geleceğini hiç hayal etmemişti. O sadece oyun oynamak istemiş ve kaderin garip bir cilvesi onu şu an bulunduğu yere getirmişti.
Dün gibi hatırlıyordu okulda voleybol derslerine katılmıştı. Öğretmenleri onun yükseğe sıçramadaki yeteneğini görünce, ki bunu görmemek neredeyse imkansızdı, hemen takıma almışlardı onu.
Okulda artık daha farklı biriydi. Üstünde sürekli takımın montuyla dolaşır, derslerle fazla ilgilenmezdi. Sonuçta müzede sergilenen madalyalar ve kupalar onun sayesinde artmaya başlamıştı. Voleybol oynamayı seviyordu. Topa vurmak, zıplamak, yuvarlanmak kendisini hala o topraklı yoldaki çocuk gibi hissetmesini sağlıyordu.
Sonra bir gün anne ve babası onu alıp devlet sahnesine götürdüler. Zaten ülkede her yer devlete aitti. Yoldaşlar için neyin en iyi olacağına karar veren parti binaları ve işleri isteğine göre bölüyordu.
Sahnede çok ünlü bir baletin olacağını biliyordu ama o kadar. Başka bir şey bilmiyordu. Zaten ihtiyacı da yoktu. O bütün bu sisteme karşı kafa tuttuğunu sanıyor, Don Kişotvari bir övünmeye giriyordu. Voleybol oynamak istiyordu ve oynuyordu. Parti ona ne yapacağını söylememişti. O partinin üyesi olan öğretmenlerine o oynamak istediğini söylüyordu.
Yakın bir zamanda bütün bu koltuklarda oturanlar beni tanıyacaklar diye düşündü. Ülkenin kendisini konuşacağını, her istediğine sahip olacağını düşünmek hoşuna gidiyordu.
Zil sesleriyle birlikte daldığı hayal dünyasından sıyrıldı. Biraz sonra olacakların hayatını nasıl değiştireceğinden habersiz sahnedeki oyunu izlemeye başladı.
Sadece ülkenin değil tüm dünyanın hayranı olduğu o balet sahnede görününce kalabalıkta hissedilen bir kıpırdanma oldu. Kadınlar içlerinden hafifçe ama anlaşılır bir nefes alırken, erkekler biraz da kıskanç bir şekilde ama yine de takdir ederek balete bakıyorlardı.
Kadınların ve erkeklerin bu ilgisi birden garibine gitti. Sonuçta onun maçlarını izleyenler hiç böyle sesler çıkarmamıştı. Sadece onun değil, hayranı olduğu sporcuların maçlarını izlerken de böyle bir ses olmuyordu.
Sonra herkesin beklediği an geldi. Ünlü balet kimilerinin üç metre dediği o ünlü zıplayışını gerçekleştirdi. Bu inanılacak gibi değildi. Gerçekten birden zıplamış ve yerden metrelerce yükselmişti.
Birden ben de böyle zıplayabilirim diye geçirdi. Ne vardı ki sonuçta o da her gün file önünde bu tür zıplayışlar yapıyordu. Sadece biraz daha zıplaması gerekti. Ancak balet durduğu yerde kollarının hafif aralayıp kendi ekseni etrafında tek ayak üstünde durmadan 15 kere dönünce nefesinin kesileceğini hissetti. Bütün bunlar rüya gibiydi.
O kadar sarsılmıştı ki eve gidince üstünü çıkarmadan yatağa girdi. Her yanı titriyordu. Gördüğü adam insan olamazdı. Yaptıkları hayret uyandıracak cinstendi. Bütün gece baleti düşünerek uykuya daldı. Sabah annesi okula gitmesi için kaldırdığında onda bir gariplik olduğunu fark etti. Çocuğun bütün yüzü bembeyazdı neredeyse. Nesi olduğunu, hasta olup olmadığını sorsa da bir cevap alamadı.
Okula gidince üstündeki montu çıkardı. Son saatte antrenmana gittiğinde bütün takım hazırlanırken o üstünü değişmedi. Arkadaşları bunun nedenini anlamaya çalışsalar da başaramadılar.
Öğretmeni gelince ona kısacık bir açıklama yaptı, “Takımı bırakıyorum.” Ne olmuştu? Öğretmeni bunu anlamak için uğraşsa da bir sonuç alamadı. Ona tüm okul büyük bir sporcu olacağını, hayatının çok farklı olacağını söyledi ama o dinlemedi.
Sonra okuldan çıkınca evi yerine sanat sarayı denilen akademiye gitti. Ünlü baleti görmek için bir hafta uğraşması gerekti ama o yılmadı. Sonuna kadar direndi. Sonunda balet bu ufak hayranını görünce beklemediği bir sahneyle karşılaştı. Günlerdir Kapısını aşındıran çocuk birden yaşından beklenmeyecek bir şekilde atlamıştı.
Ünlü balet çocuğun ne demek istediğini anladı. Onu yanına alarak kimi zaman sert kimi zaman da yumuşak bir öğretmen gibi eğitmeye, yapması gerekenleri göstermeye başladı. Çocuk çok yetenekliydi. Sonunda sahneye çıkmasına karar verildi. Artık sahneler onun sayesinde yaşıyordu. İzleyiciler ünlü balet gibi onun dansını izlerken huşu içinde kendilerinden geçiyorlardı.
Şimdi bir gösteri daha bitmişti. Buz kovasının içinde ayaklarını dinlendiriyordu. Kimseyle konuşmak istemediği söylemiş, odasındaki özel ekranda tek başına bir voleybol maçının başlamasını bekliyordu.

******

Soyunma odasında heyecan giderek yükseliyordu. Birazdan maç başlayacak ve iki takım kozlarını paylaşacaktı. Antrenör son taktikleri verirken oyuncular tamamen oyuna konsantre olmuştu. Fakat takımın kaptanı için durum farklıydı. O bu anlar için yaşıyordu. Kendisini sadece maça çıktığında yaşıyor hissediyor ve maçların bitmesiyle, bir sineği kanatlarının durması gibi tekrardan yaşamının durduğunu düşünüyordu.
Yıllar önce şimdi maçın yapılacağı salondan çok uzaktaki okulunda okurken onun bir balet olmasını istemişlerdi. Okulda çeşitli gösterilere çıkmış, büyük beğeni toplamıştı. Hatta o kadar beğenilmişti ki, zamanın ünlü baleti gelip bir gösterisini izlemiş, sonrada ona imzasını verip devam etmesini söylemişti.
O da tüm hayatını sahnelerde geçireceğine inanırken bir gün gittiği voleybol maçı hayatını değiştirmişti. Orada gördüğü enerji, takım oyunu, her an her şeyin değişebilecek olması içinde bir kıpırtı yaratmıştı.
O gece maçı düşünerek yatmış ve uyandığı zaman artık bir voleybolcu olmaya karar vermişti. Okuldakilere bu kararını açıkladığı zaman ilk başta büyük tepkiler almıştı. ‘Nasıl olurda bilmediği bir yöne giderdi, tüm hayatını mahvedecekti, spora başlamak için yaşı geçti..” Fakat o bunların hiçbirini dinlemedi ve bildiği yolda ilerledi. Bir süre sonra da haklı olduğunu herkese gösterdi. Ayrıca o kadar yükseğe sıçrıyordu ki yaptığı blokları ve vuruşları karşılayabilecek oyuncu yok gibiydi. Çin ile oynadıkları bir maçın ardından Çinli gazeteler ona ‘Uçan Kurbağa’ lakabını takmışlardı zira o maçta aynı bir kurbağa gibi iki bacağını hafifçe açıp eğilmiş ve sonrasında öyle bir sıçramıştı ki hakem setin bitiminde elini sıkmıştı.
Şimdi takımının başında maça çıkarken içinde ufak bir sızı vardı sadece. O da çok beğendiği zamanın yeni ünlü baletinin gösterisini kaçırmış olmasıydı. Ne var ki öncelik her zaman oyunun ve takımındı.

Değişen seçimler 2

Bir anda gözlerini sımsıkı yumdu. Tıpkı çocukluğunda çok sinirlendiği anlarda yaptığı gibi. Kendisine kızıyordu. Yapılacak hata mıydı bu? Kendisini hemen toparlaması lazımdı. Dağılmaya başlarsa bir daha kendisini toparlaması zor olurdu. Gözlerini açmaya başlarken, kulağına da uğultular geliyordu. Seyirciler çılgın gibiydiler.
Tüm takımın bakışlarını üzerinde hissetti. Onlara kendisinden emin bir bakış göndermesi gerekiyordu. Öylede yaptı. Anlayışlı ve emin bir gülümsemeyle birlikte baktı ve hemen yerlerini almalarını istedi. Top bir daha havalandı. Kendisine geliyordu, direk üstüne. Çok usta bir şekilde karşıladı ve sayıyı aldı.
Sonrası kendiliğinden gelmişti zaten. Soyunma odasına girdiği zaman çok rahattı. Hayatındaki bu anları çok seviyordu. Şimdi hiçbir şey yapmadan sabaha kadar rahatça uyuyabilirdi. Eskiden okuduğu kitabın sonunda, kendisini derinden etkileyen cümleyi anımsadı, “Ben yaşadım”. Yaşıyordu ve üstelik mutluydu.
Soyunma odasında yaşanan sevince katıldı, esasında bu anlar hoştu ama sadece bir andı. Hayatın uzun çizgisinde kısa bir nokta. Bir keresinde eskiden tanıdığı biri ona mutlulukların anlık noktalar olduğunu ve insanların sert köşelerini yumuşatan bir işlevi bulunduğunu söylemişti. Acıların ise daha çok olması nedeniyle uzun çizgilere benzediğini ve hayatın noktalarla çizgiler arasında geçtiğini anlatmıştı.
Şimdi neredeydi kim bilir? İdealist insanların çoğu gibi bir anda kaybolmuş, ilk başlarda uzak ülkelerden gelen kartlarının, mektuplarının arası açılmış, sonra da hiç gelmemeye başlamıştı.
Vücudunda yavaş yavaş ağrılar ve acılar ortaya çıkmaya başlıyordu. Eve giderek uzanmak, ılık yatağında huzurlu bir uykuya dalmaktı tek isteği. Sabah kahvaltı ettikten sonraysa gazeteleri alacaktı eline. Spor sayfalarını asla okumazdı. Başkalarının ne dediğini çok önemsemezdi. O sanat sayfasına bakıp, ünlü baletin kaçırdığı gösterisi hakkında yorumlar okuyacaktı.

****

Maçı izlerken kendisini biraz fazla kaptırmıştı galiba. Ayağı çok kötü sızlıyordu. Bu gece gösterisi olmasa kesinlikle maçı izlemeye giderdi. Neyse ki maç gösterisinin bitmesinden sonra da devam etmiş o da bir kısmını kaçırsa da sonunu izleyebilmişti.
Ne oynamışlardı ama… Bir ara kaybedeceklerini sanmış fakat takımın o serviste toparlanışını gördükten sonra kesinlikle kazanacaklarını anlamıştı. Dışardan bunu göstermese bile içten içe biliyordu. Kimi zamanlar olurdu bu kendisine. İçten içe olayların nasıl bir yön alacağını bilirdi ama bunu nasıl yaptığını bir türlü anlayamazdı. Büyük büyük annesi için büyücü derlerdi. Kimileri onun altı parmağı olduğunu, kimileri gözlerinin bazen kırmızı renge döndüğünü söylerdi. Bu hikayeleri yıllarca korkuyla dinledikten sonra şimdi gülüyordu. Zavallı kadın acaba nasıl biriydi diye merak da ediyordu içten içe.
Evine gitme vakti gelmişti. Menajeri kapıdan usulca girip giyinmesine yardım etti. Sonrada birlikte arka kapının orada bekleyen arabaya bindiler. Arka koltukta ayaklarını uzatarak oturdu. Tek istediği evine giderek ılık yatağına girmekti. Sabaha kadar huzurlu bir uyku uyuyabileceğini düşünüyordu.
Esasında huzurlu uyuyabilirdi de ama içindeki yaramaz çocuk onu bu gece, hem de rüyasında dürtecekti. Zaten eskiden beri o ufak yaramaz ne derse onu yapıyordu. O gecede yaramaz çocuk rüyalarına girerek onu maçın tam içinde kendini görmesini sağladı. Üstünde bir anda büyük baskı hissetti. Maç elden gidiyordu ve takımı toparlaması lazımdı. Ne yapması gerektiğini ise hiç mi hiç bilmiyordu.
Sonra kendisinin esasında hayatı boyunca yalnız çalıştığını, hatalarının da başarılarının da kendisinin eseri olduğunu düşündü. Ancak rüyada bu düşünceler işine yaramıyordu. Eskilerde çok eskilerde kalan o günlerden bir refleksle yerini aldı ve gelen topu karşıladı. Fakat bütün takım donmuştu. Seyircilerden ses çıkmıyordu. Koca salonda hareket eden bir kendisi bir de toptu.
Ne yapacağını bilemeden, hafif bir korkuyla etrafına bakarken yatakta da dönüp duruyordu. Sonra birden yataktan fırladı. Sabah olmuştu ama kendisini hala yorgun hissediyordu. Üstünde o zaman kadar hiç hissetmediği bir baskıdan kurtulmuş olmanın rahatlığı da olsa yorgundu.
Kahvaltılık bir şeyler çıkarıp gazeteleri eline aldı. Normalde gazetelerle pek ilgilenmezdi. Başkalarının ne düşündüğüne önem vermeyi yıllar önce bırakmıştı.
Spor sayfasını açıp bir önceki gece oynanan maçın yorumlarını okudu. Sonra içindeki yaramaz çocuğun çağrısına uyarak menajerinden takımın kaptanının telefonunu bulmasını istedi. Ona böyle bir baskıyla nasıl baş ettiğini sormak istiyordu.

****

Sabah uyandığı zaman hala yorgundu. Bütün gece rüyasında sahnede dans ettiğini ancak her zıplayışında, her salto denemesinde düştüğünü görmüştü. Seyirciler ise başardığı hareketler için ne alkışlamış ya da yaptığı hatalar için herhangi bir tepki göstermişti. Şimdi portakal suyunu içerken elinde gazete önceki gece muhteşem bir performans çıkaran baletin gösterisi hakkında çıkan yorumları okuyordu.
İçinde geçmeyen sıkıntı ile gazetelere bakarken telefonu çalmaya başladı….

31 Ağustos 2008 Pazar

Kalbin titremesi

Yaşıyormuşum, şimdi anladım. Nasıl mı? Kalbim atmayı bıraktı, tekrardan titriyor.

21 Temmuz 2008 Pazartesi

Ölümü Ararken Ölümsüzlüğü Buldu

Sen gittiğinden beri uçurumlardan aşağı bakıyorum. Hayatımızın içinde, hep yanımızda bulunan o uçurumdan aşağı... Hani sana rastlamadan önce yüzleştiğimi söylediğim ve ta derinliklerine indiğim kendi uçurumuma bakıyorum bugünlerde.
O zamanlar insanlarla neredeyse hiç konuşmayarak hayattan elimi ayağımı çekip içime dönmüştüm. Kimdim, neydim, hayattan ne bekliyordum gibi sorularla başlayan sorgulamalar sonucunda kendi çarpıklığıma ulaşmıştım. Hepimizin içinde olan ama çoğumuzun yüzleşemediği, kendimize bile yalanlar söyleyerek sakladığımız sakat yanımız misali. Ben o sakat yanımla yüzleşmiş, ondan sonraki zor zamanlarımı da seninle atlatmıştım. Şimdi sen yoksun ve ben yine o uçurumların dibindeki çarpık, sakat ya da belki tek düzgün ve sağlıklı yanıma bakıyorum.
Bu yolculuğa bir daha çıkmam lazım bunu benim kadar sen de biliyorsun. O yüzden hayatla bağımı tekrar kestim. İç dünyama dönmek için sakladığım o yazarın kitaplarını açtım. Hani tanıştığı herkesten kendisiyle birlikte intihar etmesini isteyen yazara. Belki şimdi karşıma çıksa ben de onunla son yolculuğa çıkardım, o ruhunun kendini kemiren aşırılığı içindeyken ben de senin yokluğunun yarattığı eksiklikle hayata gözlerimi yumardım.
Heinrich Von Kleist’in sürekli savaşıp yenemediği ve sonunda teslim olduğu şeytandan bende de var gibi geliyor çoğu zaman. Ancak ben onunla işbirliği yaptım. Faustvari bir anlaşma bizimki, ben ruh huzursuzluğuna karşı onun beni korumasını istedim. Tabii şeytan ne kadar korursa. Şu an anlıyorum ki bu anlaşma yerine onun mücadele etseydim belki yanımda olabilirdin. Belki de onun sesinin beni yönlendirmesine izin vermeyip senden aldığım güçle savaşı kazanırdım kimbilir… Sonunda “Zor zamanlarda yaşadı, şarkılar söyledi, üzüldü. Burada ölümü aradı ve ölümsüzlüğü buldu” yazan Kleist’ınkine benzer bir mezar taşım olurdu belki…
Kleist’ın kendi uçurumuyla yüzleştiği düşüncesinde sadece ben değil birçok kişi hemfikir. Gerçi Georg Büchner’in Woyzeck oyunundaki repliği de duruma çok uyuyor, “Her insan bir uçurumdur. Başını döndürür kişinin, gidip aşağı bakınca.” Sen benim başımı döndürürdün, sadece gözlerine bakmam yeterliydi bunun için. Kendi içime bakınca da başım dönerdi, seninse içime tam bakmana asla izin vermezdim.
Fakat artık hepsi geçti sen gittin ve ben tekrar Kleist ile baş başa kaldım. Şimdilerde onunla konuşup duruyorum. Benden insanlara kendisini anlatmamı istiyor. Aslında bunu hak ediyor da.
1777 Frankfurt’da dünyaya gelen Kleist babasının ölümünün ardından göçmen bir vaizin disiplinine girmişti. On beşinde harp sanatı öğrenmek için Prusya ordusuna katıldı. Aslında içinde bir müzik ateşi yanıyordu. Sanata yönelik ilk adımını da gizlice izin verilen flütünü çalarak attı. Pek fazla arkadaşı yoktu ama insanlar onun flüt çalışını dinlemekten zevk alırlardı. Bir yıl boyunca talim yaptıktan sonra 1793 Meydan Savaşı’nda görev aldı. Alman tarihinin belki de en zavallı, en acınası savaşı onun içindeki özgürlük ateşini daha da coşturdu. Orada yaşananları kahramanlık olarak görmeyen Kleist bundan bahsetmemeyi yeğledi.
Gerçek bir eğitim almadığı için kendi kendisinin eğitmeni olmaya karar verdi ve tam bir Prusyalı’ya yakışır şekilde bir hayat planı çizdi. Doğru yaşamak üzerine kurulu hayat planında “dünya ile geleneksel bir hayat ilişkisi” kurmak istedi. Hayat planıyla alakalı olarak şunları kaleme aldı “Özgür, düşünen bir insan, tesadüfün onu engellediği yerde eli ayağı bağlı kalmaz… İnsan, kaderinin üstüne çıkabileceğini hisseder, hatta, doğru anlamda, kaderi yönlendirmenin bile mümkün olduğunu hisseder. Aklına göre, kendisi için hangi mutluluğun en yüksek olduğunu belirler, hayat planını kendi tasarlar…”
Yedi yıl orduda görev aldıktan sonra teğmen rütbesindeyken üniformasını çıkardı. Askerlik onun özgür ruhunu giderek sıkıyordu. Disiplini sevmesine rağmen gördüğü ve yaşadığı olaylar onu bu kararı almaya itmişti.
Sürekli okumaya, bilgili ve kültürlü biri olup okuyarak öğrendiklerini hayatın içinde kullanmaya karar verdi Klesit. Viadrina Üniversitesi’nde hukuk, felsefe eğitimi gördü. Ancak içten içe onu yakan huzursuzluğu yüzünden mantık, matematik, deneysel fizik derslerine girdi.
Aslında biraz da olsa onun huzursuzluğunu anlıyorum. Hayatın içinde en iyiyi yapmak, gelmiş ve gelecek en iyi eserleri vermek için çırpınan, kaderine karşı koymaya çalışan bir adamın huzursuzluğu vardı üzerinde. Yıllar boyu yaptıklarım beni tatmin etmedikçe aynı onun gibi huzursuzlaşmıştım ben de ama benim yanımda sen vardın, beni her seferinde sen sakinleştirmiştin. Şimdilerde huzursuzluk yine içimi kemiriyor, ama beni sakinleştirecek bir sen yok ne yazık ki.
Kleist benden daha şanssızdı, çünkü nişanlısı onun huzursuzluğunu dindiremiyor, içinde büyüyen ve kaynağı kendi olan gerginliği azaltamıyordu. O nişanlısına aylar boyu yazdığı mektuplarda ahlaki davranışın titiz mekaniğini anlatıyor ve yazdığı soru cevaplarla onu yetiştirmek, eğitmek istiyordu.
Bu hayat planı bir gece bir anda yandı. Okuduğu kitabın içinden çıkan ateş kurduğu planları kâğıttan bir evin yanması misali kül etti. Okuduğu Alman şairlerinin baş düşmanı Kant’tı. Aynı diğerlerine yaptığı gibi Kant, Kleist’ı da baştan çıkararak berrak ışığıyla adeta kör etmişti.
Bir arkadaşına yazdığı mektupta kendi mahvoluşundan bahsetti, “Benim biricik, en yüce amacım çöktü ve şimdi amaçsızım.” Ölçüsüz bir adam olan, ortayı asla bilmeyen Kleist bir kumarbaz gibi tüm varlığını her zaman tek bir karta yüklerdi ve o kart oyunu kazandırmazsa -ki hiç kazandırmadı-, yok olurdu.
Kendisine yeni bir hayat planı çizmekte gecikmeyen Kleist gösterişsiz bir hayatta, çiftçi olarak yaşamak istedi. Yeni hayat planını nişanlısına “Bir tarla ekmek, bir ağaç dikmek ve bir çocuk yetiştirmek” olarak açıkladı. Nişanlısının bu yeni hayata uyum sağlayıp sağlayamayacağı konusunda şüpheleri olduğuna yönelik bir cevap alınca da yüzüğü attı.
Tarım kitapları okurken İsviçreli çiftçilerle çalıştı, hatta kendisine bir çiftlik evi satın almaya kalktı. Sonuçta bu ruhu huzursuz ve hayat planları karşısına çıkan daha ilk engelde dağılan adam çiftçilikte de başarılı olamadı. İçindeki şeytandan kurtulmaya çalışırken hep ona daha fazla kaptırdı ruhunu. İçine daha fazla bakıp zaten boşlukta olduğu uçurumundan kendi gizlerini gözlemlemeye devam etti.
Son sığınağı olarak ise edebiyatı seçti. Susuz kalmış bir insanın suya koşması gibi tüm varlığıyla edebiyata bıraktı kendini. Herkesten daha iyi olma isteği gibi ölçüsüz bir hayale kapıldı. Gelmiş geçmiş en iyi ve en büyük trajediyi yazmaktı amacı: “Guiskard”
Bu onun için Aschylos, Sophokles ve Shakespeare’i birleştirecek bir eser olacaktı. Thurner See’de küçük bir odaya kapanarak bu büyük trajedisini yazmaya koyuldu.
Çelişkilerin beyninde arka arkaya yandığı bu adam bir yandan ölmeyi dilerken, diğer yandan eseri bitmeden ölmekten korkuyordu. Onun ölüm arayışı “Guiskard”ı yazmaya başlamadan da vardı. Mektuplarında arkadaşlarından kendiyle birlikte ölmelerini istedi. Yoğun duyguları insanları ondan uzaklaştırırken o hep kendisine yoldaş olacak birini aradı. Durmadan mektuplar yazdığı kız kardeşi Ulrike, nişanlısı ve kendisini çok seven Marie von Kleist onun duygu coşkusuna ayak uyduramadı.
Yazdığı trajediyle ölümsüzlüğe ulaşmaya çabalarken onun altında ezildi. Bir gün bütün taslaklarıyla eseri yaktı. Onu ezbere bilmesine rağmen yine de kurtulmak istedi. Ardından Fransız ordusuna katılmaya karar verdi. Düşsel bir uyurgezerlik içindeyken Fransız askerlerinin arasında Dresden’e geçti ancak casus olduğu düşünülerek Chalon’a sürüldü. Buradan kurtulduktan sonra ise huzursuz ruhunu dizginlemek için kendini şehirden şehre attı.
Eserlerini yazarken durmadan dolaştı. Avusturya savaşlarının ortasında Dresden’den Viyana’ya gitti, Aspern civarında gezerken askerler tarafından durduruldu. Kimliğini kanıtlayacak bir belgesi yoktu. Casus olduğu şüphesiyle itham edildi. Ona gizli görevler verilmiş olabileceği düşünüldü. Ne var ki onun gizli görevi ruhunun içinde, kendisine acı çektiren ıstırapları susturmaktı.
Gittikçe yalnızlaştı, halk tarafından alaya alındı, oyunları sahnelerde boş koltuklara oynadı, müdürler onu kovdu, kitaplarını bastıracak yayımcı bulamadı. Çevresindekiler; Goethe ve kız kardeşi Ulrike ona sırt çevirdi. En son olarak aylar süren kayboluşunun ardından ailesine gitti. Öğle saati yenen bir yemekte sevgiye aç olan Kleist’a bütün ailesi kin kustu, onunla dalga geçtiler. Yaşadığı aşağılanmanın etkisiyle yanlarından ayrıldı.
Bu sırada içini kanserin kemirdiği, ölümü arayan bir kadınla karşılaştı. Bu eksantrik tekliften etkilenen Henriette Vogel onunla evlendi ve ikili 21 Kasım 1811’de Potsdam yakınlarındaki Wannsee nehri kıyısında bulunan Vogel'e gitti. Yeni eşine yönelttiği silahı sonra kendisine çevirdi ve ruhunu rahatlatmayı umut ederek tetiği çekti.
Evet, Kleist’in hayatını sen zaten biliyordun. Sana anlatmıştım, hem de ayrıntılarla süsleyerek. Onca yıl içinde okudukça, duydukça, gördükçe gelişen minik ayrıntıların eşliğinde. Kleist hayatının son günlerinde aradığı yoldaşı bulmanın mutluluğunu yaşadı. Bense bulduğum yoldaşı kaybettim ve şimdi gelmeyeceğini bilerek bekliyorum seni, öylece bekliyorum…

27 Nisan 2008 Pazar

Mürekkep Peşinde Bir Kelebek

Birinci Gün

Derin bir sessizlik var. Duyabildiğim sadece kanımın damarlarımdaki akışının sesi. Mutlak sessizlik, ne kadar huzur verici. Gözlerim kapalı bir şekilde böyle saatlerce kalabilirim. Ancak bu durumu daha da güzelleştiren şey engin maviliğin insanı şaşırtan üyeleri. Gittikçe koyulaşan derinlikler cezbedici görünse de ben bu mesafede olmayı seviyorum. Artık bu dünyayı birlikte paylaştığım diğer canlılarla tanışmaya çalışabilirim.
Esasında çocukluğumdan beri denizi severdim. Deniz kenarında bulunmayı, canım sıkılınca yüzmeyi… Hiç unutmam 11’inci yaş günümde ailemden hediye olarak bisiklet yerine “Okyanus Ansiklopedisi” istemiştim. Ancak bu deniz merakım kalıcı olmadı. Denizlerin ulaşamadığı bir yere taşınınca ansiklopedim yerine bisiklete önem vermiştim.
Önümde giden bu güzel balık da ne acaba? Renkleri çok hoş. Acaba dokunsam nasıl tepki verir? Galiba bir mürekkep balığı, bu çıkardığı da mürekkep olmalı. Halbuki ben onların koyu renk olduklarını düşünmüştüm.
Çok hoş, bu denizlerin sihirli yaratıkları beni mutlu kılıyor. Biraz önceki gibi bir mürekkep balığının çıkardığı sıvıya bir daha rastlarsam onu saklayacak torba benzeri bir şey bulundurayım yanımda. İşaret geldi yukarı çıkma zamanı…

İkinci Gün

Çok mutluyum, az önce bir balık sürüsüyle beraber yüzdüm. Yanımdan geçen balığa dokundum. Biraz daha derine dalmak istiyorum, belki kayaların arkasında saklanan başka balıkları görebilirim. Evet, aşağıda bir kaplumbağa var gibi. Ona kesinlikle ulaşmalıyım. Bu canlılarla aynı dünyayı paylaşıyoruz ama onlar hakkında en ufak bir fikrimiz yok.
Bu balık da ne acaba? Karanlık ama onun ışıkları seçiliyor. Ben bu balığı tanıyorum. Evet, yine o… Mürekkep! Ama bu seferki biraz daha büyük sanki. Dün aklıma geleni yapmalı, yanımda torba taşımalıydım. Garip dünkü açık renkken bu balık kumla neredeyse aynı renkte.
Bak aklıma yine o geldi. Kum renginde çantasıyla gelmişti son yemeğe. Hafifçe gülümsüyordu. O gülümseyiş benim ölümümdü. Gamzeleri yüzünden bir volkanın lavı püskürüp kalbimi yakıyordu.
Sonra ben marketten sigara alırken o yolda karşıdan karşıya geçti. Arabanın sürücüsü gözlerinin o an karardığını söylemişti. Yedi yıl önce, ama dün gibi. Yukarı çıkma vakti.

Üçüncü Gün

Bugün kumlara yaklaşmayacağım. Dün bütün gece o anı yaşadım. Artık bunları unutmak istiyorum. Bu tatile de o sebepten çıktım. Şu mürekkep balıklarını bulsam ne kadar güzel olacak. Dün gece Portekizli arkadaşıma anlatana kadar canım çıktı ama sonunda tinta diyerek anladığını belirtti.
Sonunda beni şaşırtan bir gerçeği öğrendim, mürekkep balıkları renk değiştirebilirlermiş. Bir nevi denizlerin bukalemunu. Dikkatli ol dediler ama neden dikkatli olacağımı tam anlayamadım. Keşke yanımda olsaydı, hem dile benden daha yatkındı hem de... Şimdi bunları düşünmenin sırası değil. Bugün mürekkebi almak istiyorum.
O mürekkeple yazacağım. Hatta kelime bile aklımda; borboleta. Dün öğrendim, çok hoşuma gitti bu kelime. Evet, güzeller güzeli mürekkep balığımız nerede? Herhangi bir tanesi olabilir, bana biraz mürekkebinden versin yeter, bu benim mutlu olmam için yeterli.
Bir dakika bu bir ahtapot. Epeydir bir ahtapot görmek istiyordum. Suyun içinde gidişin şu güzelliğine bak. Yıllar önce çocukken “Denizler Altında 20.000 Fersah”ın filmini izlerken Nautilus’a saldıran devasa ahtapotu gördüğümden beri bu türe bağlıyım.
Neyse, aklımı karıştırmayayım. Önce mürekkebi almam lazım. İki gündür görüyorum ya, şimdi de bekle ki karşına çıksın. Biraz daha aşağıya ineyim bari. Zaten denizin dibi çok derin değil. Sadece biraz yosunlu.
Bugün de mi bitti, ama ben daha mürekkebimi alamadım ki…

Dördüncü Gün

Dün gece çok güzeldi. Şarabın tesiri hâlâ devam ediyor. Suların içinde susuzluktan ölüp terlemek çok garip. Hep tatlı şarabın insanı çarpabileceği söylenir, ama beni şarap değil de konuşan sesin tınısı çarptı. Kesinlikle zevklerimiz uyuşmuyor. Çalışma alanlarımız bile çok farklı. Evlerimiz, hayata bakışımız ama zıt kutuplarmış birbirini çeken. Yıllardır böyle olmamıştım. Şimdi sudan çıkmak, odamda uzanmak ve akşamın yavaşça inmesini beklemek istiyorum.
Belki hayalimiz kesişir. O zaman çok güzel olacağına inanıyorum. Bu arada işletmecimi arayayım da istekler ne durumda onu öğreneyim. Çıkmak istiyorum. Bugün yüzme havamda değilim…

Beşinci Gün

Hayatım çok hızlı gelişiyor, tatilin bitmesine daha var ama biz yarın sabah ayrılıyoruz. Bağırmak istiyorum ama sesim çıkmıyor. Mavi derinliğin ilginç bir durumu daha, sesim çıkmıyor. Mutluluktan uçuyor ama bunu paylaşamıyorum. Üniversite yıllarımda yalnızlık isterdim, kimsenin olmadığı bir oda, ev, ada. Şimdi de aynı durumdayım ama yalnızlık değil istediğim. Yeni evime gideceğiz. Kumsalın hemen önünde tüm duvarları dev camlardan yapılmış, eve girmek için üç tahta basamağı çıkman gereken, önünde tahta bir verandası bulunan evime. Onu görüyorum beyaz bir tül arasından denize bakıyor. Elinde kırmız şarap var, ayakları çıplak. Yaklaşıyor ve sarılıyorum. Bana gülümsüyor. Anın güzelliğini benimle paylaşıyor. Kulağımızda dalgaların sesi. Sonra onu kucağıma alıp denize koşuyorum. Gülümsüyor. Evet, yarın mükemmel bir gün olacak.

Bir Yıl Sonra

Önceki yıl kocamla burada tanıştık. Pek ortak noktamız olmasa da iyi anlaşıyorduk. Bana inanılmaz günler yaşattı. Özellikle günleriniz hastanelerde, hastaların içinde geçiyorsa, onun gibi bir adamın değerini daha iyi anlıyorsunuz. Nöbet sabahlarımda bana sıcak poğaçayla gelirdi. Bazı akşamlar nöbetlerimde bana eşlik ederdi. Onun gibi birinin yaşadığını düşünmezdim.
Sonra bir gün en büyük merakı olduğunu söylediği mürekkep balıklarının bulunduğu bir bölgede dalış yapmaya gitti. Geri döndüğünde çok mutluydu. Elindeki torbanın içinde koyu mavi bir sıvı vardı. Sonra masaya oturup bir kelime yazı, borboleta. İlginçtir ardından telefonu çaldı. Yıllar önce bir arabanın çarpması sonucu komaya giren, benimle tanıştığında boşandığı karısının komadan çıktığını söylediler.
İlk başta inanamadı. Sonra onu görmeye gitti. Döndüğünde durumunun iyi olduğunu ama bunun bizim ilişkimizi etkilemeyeceğini söyledi. Sadece ona bir yazı vermesi gerektiği için bir kere tek başına dalış yapmak zorunda olduğunu açıkladı.
Kocam, tarihte bir mürekkep balığının öldürdüğü ilk insan. Bense şimdi onun yarım kalan işini, en azından bir kısmını yapacağım. Ama önce bir mürekkep balığı bulmam lazım.
Derin bir sessizlik var. Duyabildiğim sadece kanımın damarlarımdaki akışının sesi.

17 Mart 2008 Pazartesi

Arkadaşını yalnız bırakmadı

Korkuyorum, hem de inanamayacağın kadar çok korkuyorum. Etrafı bıçaklarla dolu bir ipin üzerinde yürümek gibi şu an yaptığım şey ve bunu yapmamın iki sebebi var. Biri adrenalini sevmem, diğeri yazıya olan aşkım. İkincisi daha öncelikli tabii ama bu aşk beni korkutuyor da.
Şu an yazabiliyorum. Yazacağım yazı, onu oluşturan cümleler, cümlelerin içindeki kelimeler bir anda aklıma geliyor ve benden çıkıp sana ulaşıyor. Fakat bir gün bunun bitmesinden korkuyorum. Adrenali de bu heyecan sağlıyor. Bir anda hayatın içinde çırıl çıplak kalabilirim. Hiçbir şey yapmayı öğrenmemiş ve bildiği tek işi artık yapamayan bir adam.
Yazarların hayatını bu yüzden incelemeyi seviyorum. Kimlerin başına gelmiş acaba benim korkularım? Bu durumu yaşayan yazarlar için “Bartleby ve Şürakası” diyenler var. Bu gurupta yer alan iki kadın edebiyatı tam olarak keşfetmediğim zamanlarda bile benim ilgimi çekmişti.
İkisi de Amerika’nın güneyinden. İkisi de tek roman yazdı. İkisinin de romanları filme çekilip büyük başarı kazandı. Biri “Rüzgar Gibi Geçti”nin yazarı Margaret Mitchell’dı diğeri ise “Bülbülü Öldürmek”in yazarı Harper Lee.
Harper Lee esasında biraz daha ilginç bir karakter. Hayatının ilk zamanlarındaki hareket sonradan yok. Yani yazması zor, zira hayatı fazla ilginç olaylarla dolu değil. Öte yandan kitabı anlatmayı istemiyorum. Galiba bu yazıyı bir sınama aracı olarak görüyorum. Korkularımın üzerine gitmek gibi, bu yazıyı istediğim gibi yazarsam bir süre korkmama gerek yok.
Sen okuyorsan yazmış ve basılmaya uygun görülmüştür. Okuyamıyorsan… Başlıyorum, sonu şu an için sadece bana bilinmez olan yazıya. Korkularımın en büyüklerinden biriyle yüzleşirken yanımda olacağını düşüneceğim. En zor anlarda yalnız bırakılmayan bir dost gibi umarım beni yalnız bırakmazsın.
Nelle, ki yakın çevresi ona bu isimle seslenirdi çocukluktan tanıdığı ve kendisi gibi yazar olan arkadaşı Truman Capote’ye böyle bir anında yardım etmişti. Hem de kendi ilk romanını yazarken. Capote’nin başyapıtı sayılan “Soğukkanlılıkla” romanının araştırma safhasında ikisi de Güneyli olmalarına rağmen Truman kendisiyle konuşulmayacağını düşünüp çocukluk arkadaşı Nelle’yi yardıma çağırmıştı.
Nelle, Truman’dan iki yıl sonra 1926’da dünyaya geldi. Ailenin dört çocuğunun en küçüğüydü. Babası Amasa Coleman Lee yaşadıkları Alabama’ya bağlı Monroeville’de yerel bir gazeteni editörü ve sahibiydi. Annesinin adı Frances Cunnigham Finch Lee idi. Bu isim sana Nelle’nin kitabıyla ilgili birkaç ipucunu verdi sanırım. Az daha unutuyordum Amasa Nelle’nin doğduğu yıl eyalet meclisine girmiş ve orada 12 yıl görev yapmıştı.
Nelle erkek gibi kız dedikleri tiplerdendi. Sokaklarda oyunlar oynar, okulda kavga eder, hiçbir şeyden iğrenmezdi. İşin ilginci arkadaşı Truman ise kız gibi çocuklardandı. İkiliyi görenler “bu çiftte bir gariplik var” derlerdi. Ancak bu farklılık ileride işlerine de yarayacaktı.
Nelle daha sonra sadece kız öğrencilerin olduğu Birleşmiş Metodoist Kilisesi’ne bağlı olan Huntingdon Kolejine gitti. Burada geçen bir yılın ardındansa hukuk eğitimini almak üzere Alabama Üniversitesi’ne. Burada birkaç hikayesi yayımlanan Nelle ayrıca bir dönem boyunca okulun mizah dergilerinden Rama-Jamma’nın editörlüğünü yaptı.
İlk başlarda soğuk görünen, çocukluğunda erkek gibi yetişmiş bu kızın mizah anlayışı inanılmazdı. O da zaten yaptığı işi seviyordu ve yazının kanına giren insanların çoğunda olduğu gibi okulun istediği bazı şartları yerine getiremediği için hukuk fakültesinden diplomasını alamadı.
Bunun yerine bir uçakla İngiltere’ye gidip yazın Oxford’da okudu. Döndüğünde ise gittiği yer onun gibi gençleri kendisine çeken New York’tu. 1950’de geldiği New York’ta çeşitli uçak şirketlerinde rezervasyon memuresi olarak çalıştı.
Güneyde yetişenler bölgenin tarıma dayalı ekonomisi sebebiyle küçüklüklerinden itibaren tutumlu olmayı öğrenirler. Elbiseler bir küçük kardeşe kalırken, her akşam tanrıya verdiği nimetler için teşekkür edilir ve olabildiğince sade yaşamak burada yetişenlerin kanına işler adeta.
Nelle de böyleydi. Kendisini tamamen yazıya verdiği zamanlarda New York’ta sadece soğuk suyun aktığı, Kendi imkanlarıyla ısıtabildiği eski ve harap tek odalı dairesinde yaşıyor, arada da Alabama’ya gidip babasıyla ilgileniyordu.
Uzun hikayeler yazıyordu Nelle. 1958 yılbaşında arkadaşları ünlü şarkı sözü yazarı Michael Brown ve Joy Williams Brown ona bir yıllık maaşı kadar bir çek ve “Bir yıl boyunca istediğini yazabilmen için işine ara ver. İyi yıllar” yazılı not verdi. Bu andan itibaren tek romanı Bülbülü Öldürmek’in taslağı üzerine çalıştı. Nelle’ye ünlü bir editör olan Tay Hohoff’da yardım ediyordu.
Hala yanımda olduğunu bilmek çok güzel. Bu kadar yolu birlikte geldik ve kimi zaman senin verdiğin güven hissiyle devam edebildim. Belki yapacak daha önemli bir işin var ama bana destek için hala yanımda duruyorsun. Bunu biliyorum ve sana minnettarım. Nelle de kitabını bitirmek üzereyken Truman’dan böyle bir çağrı almıştı. Kendisine yardım etmesini isteyen arkadaşını kıramayarak, bütün işleri bırakıp gitmişti.
Bir gazetede gördüğü ufak haberi kesen Truman, anlamsız bir cinayeti, bir ailenin katledilmesini araştırıyordu. Fakat New York sanat camiasında hoş karşılanan, zekasıyla insanları kendine hayran bırakan bu adam gidecekleri yerde bir ucube olarak görünürdü. Nelle ise o bölgenin kızıydı. Truman’ın asistanı olarak ona yardım etti, kimi konuşmaları kendisi yaptı. Ön araştırmalar bitince de birlikte döndüler.
1959 yazında uzun zamandır üzerinde çalıştığı romanı bitirdi Nelle. Tam bir yıl sonrada basıldı bu kitap. “Ağabeyim Jem on üç yaşına yaklaşırken kolunu dirsekten kötü bir şekilde kırmıştı” cümlesiyle başlayan kitap bir anda Amerika’da fırtınalar yaratmıştı. Bir zencinin bir beyaz kadına tecavüz ettiği hikayesini bir çocuğun bakışıyla anlatan kitap inanılmaz bir etki yapmış ve birbiri üstüne baskıları yapılmaya başlamıştı.
İlk romanın “Başka Sesler, Başka Odalar”da arkadaşı Nelle’i, Idabell karakteri için kullanan Truman’a bir sürprizi vardı Nelle’nin de. Kitaptaki Dill karakteri Truman’dı. Zaten kitabın otobiyografik özellikleri oldukça fazlaydı. Kitabın karakterlerinden Boo Radley Başka Sesler Başka Odalar’ın orijinal versiyonunda olan biriydi. İki arkadaşta çocukluklarında böyle birini tanımışlardı.
Roman büyük bir başarı, Nelle de 1961 Pulitzer Ödülü’nü kazandı. Ertesi yıl filme alınan kitabın baş karakteri Atticus Finch’i canlandıran Gregory Peck “en iyi erkek oyuncu” dalında Oscar alırken senaryo da “en iyi uyarlama senaryo” ödülüne layık görülüyordu. Nelle oldukça mutluydu. Onun bu başarısıyla ilgilenmeyen tek bir kişi vardı o da yazacağı romanı sonlandıramadığı için sinirli olan Truman.
Nelle bu romanı yazarken fazla bir ilgi beklemiyordu. Sadece onu yazmaya devam edebilmesi için cesaretlendirecek bir karşılık, o kadar. Bu başarılar hayallerinin ötesindeydi. Üstelik Gregory Peck ve ailesiyle de çok iyi anlaşmıştı. Artık birlikte ayrılmamacasına dosttular.
Sonraki yıllarda Alabama’da gerçekleşen bir dizi cinayeti yazmak istedi Nelle ama olmadı. Kitabın sonunu beğenmedi. Bazen makaleler yazdı dergilere ancak o ışıklı yaşamın gerisinde sade bir hayat sürdü. Yazdığı romanları bastırmadı. Spekülasyonlara karışmadı. İnsanların daha iyi olmasını istedi o kadar.
2007 yılında Amerika’da bir sivile verilen en büyük ödül sayılan “Başkanın Özgürlük Madalyası”nı aldı. Bu törene Peck’in eşi Veronique ile katıldı.
Kimileri yazamamasını bir uğursuzluğa bağlıyor Nelle’nin. O da Soğukkanlılıkla’nın araştırmasına katılmıştı. Bu kitabı yazdıktan sonra Truman bir daha eline kalem alamamış, son romanı “Kabul Edilmiş Dualar” yarım kalmıştı. Tıpkı onun gibi Nelle de bir daha roman yazamadı. Yazdıklarını bastıracak yeterlilikte görmedi.
Galiba korkularımı bir süre daha yatıştırabileceğim. Buraya kadar geldiğimize göre zorda olsa insan yanındakinden aldığı destek ile yapmak istediği işi başarabiliyor. Ben yoktan var etmeyi, yaşadığım, okuduğum, öğrendiğim şeyleri boş bir kağıda geçirip insanlara aktarmayı seçtim. Beni korkutsa da sevdiğim bir iş. Sen de bana bu işi yapmam için yardım ettin ve hala ediyorsun. Şu an belki Nelle’in neden kendi romanını yarıda bırakıp arkadaşının asistanı olarak o araştırmaya gittiğini anlamışsındır. Ben şimdi biraz daha kendime güvenerek bu yazının başından kalkacağım. Fakat bu güvenin esas sebebi ne zaman korkularımla yüzleşecek olursam yanımda destek verecek birinin olacağını bilmek olacak.

19 Ocak 2008 Cumartesi

Bir Güvercin Öldü

Güvercinlere dokunulmazdı. Onlar ne kadar korkarak uçsalar da sahip oldukları bir dokunmazlıkları vardı. Bu Nuh Peygamber zamanından beri böyle gelmişti. Zeytin dalıyla barış yapılmıştı. Hazreti Nuh’un suların çekilip çekilmediğini öğrenmek için gönderdiği karga ve güvercin dönmedikten sonra bu sefer tek başına yolladığı güvercin hem suların çekildiğini hem de barışı simgelemek için ağzında bir zeytin dalıyla gelmişti ve o günden sonra güvercinlere hiç dokunulmamıştı. Güvercinler ise o zamandan beri hep tedirgin yaşamışlardı. Korkarak ama özgürce. O zamandan beri güvercinlere hiç dokunmamıştı çünkü kutsal bir anlaşma vardı ve kutsal anlaşmalara herkes uyardı.

İçimizden biri veya birileri bu kutsal anlaşmayı bozdu. Yavaş yavaş bir güvercin ürkekliğine sahip olmaya başlayan bir barış gönüllüsünü öldürerek bu sözsüz ve yazısız anlaşmayı bozdu içimizde dolaşan bazı kimseler. Türklüğünü savunan ama bunun yanında köklerini de unutmayıp Ermeni olduğunu da belirten bir aydındı Hrant Dink. Çocuklara özgü saf umuduyla ve bitmez tükenmez enerjisi ile hep kendini savundu. Esasında bu sadece kendini savunuş değildi aynı zamanda yaşadığı toprakları, kardeşliği ve özgürlüğü savunuştu. 'Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık' diyerek sevdiği toprakların daha güzel olmasına çalışıyordu. Bunca uğraşına rağmen yanlış anlaşıldığından, daha doğrusu kimi çevrelerce yanlış anlaşılması için uğraşıldığından gitgide bir güvercine benziyordu. Ancak, sahip olduğu içindeki çocuksu iyimserlik ile güvercinlere dokunulmayacağını düşünüyordu. Olmadı. Birileri binlerce yıl sürmüş bu kutsal anlaşmayı bozdu.

Türkler ile Ermenilerin kardeşliğini savunan birini öldürmek kimin işine gelir? Bu cinayet kimlerin ekmeğine yağ sürdü? Türkiye’deki egemenliğinin kaybolmakta olduğunu görenlerin. Önce Kıbrıs sorununu öne attılar, tutmadı. Ardından Kürt sorununu ortaya attılar, yine tutmadı. Şimdi ellerinde kalan son kozu oynuyorlar, Ermeni sorunu. Böylece 'Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur' sözünün doğru olduğunu savunup Türkiye’yi içine kapalı bir hale getirecekler. Kimse onları ve yaptıklarını sorgulayamayacak. O kadar güce bağlılar ki bunun için kutsal anlaşmaları bile bozmaktan çekinmiyorlar.

Güvercinlere dokunulmazdı. Ne kadar ürkseler de, korksalar da onların yaşamasına izin verilirdi. Bu bir anlaşmaydı. Şimdi bu anlaşmaya gölge düştü. Bunu düzeltmek bizim elimizde. Yapacağımız elimize bir zeytin dalı alıp güvercinlere gitmek ve özür dilemek. Bu sırada ben aklımdan Melih Cevdet Anday’ın 'Anı' şiirinden o meşhur dörtlüğü tekrar tekrar geçireceğim: 'Bir çift güvercin havalansa Yanık yanık koksa karanfil Değil bu inanılacak şey değil Apansız geliyor aklıma'

*Bu yazının yazılmasından beri bir yıl geçti ama hala güvercinlere dokunuyorlar.

14 Ocak 2008 Pazartesi

Kelimelerin Yetmediği Şair

Bugün doğum günüm. Sabah erkenden kimse aramadan ve evime gelmeden çıkacağım dışarı. Sabah daha gün ışımaya yeni başlarken. Dünyanın her yerinde sabahlar aynıdır. Fazla bir fark olmaz aralarında, insanı kendine getirir. Sokağımın başına yürüyeceğim, oradan karşıya geçip sokak isimlerini okuyacağım. Tıpkı her doğum günümde yaptığım gibi.
Ve o sokağın başına gelince duracağım. Orada “Taşmektep” yazacak. Bu sokakta eskiden bir okul olduğunu bileceğim. Oradan pek çok ünlü isim çıkmıştır ama benim için en değerlisi Nazım Hikmet. Gariptir doğum günlerimiz arasında da pek fazla bir fark yok.
Nazım 15 Ocak 1902 günü Selanik’te doğdu. Benden bir zaman önce. Babası Hikmet Nazım Bey özgürlük yanlısı ve Abdülhamit karşıtıydı. Annesi Ayşe Celile Hamın da Fransızca bilen, resme ve müziğe karşı yeteneği olan biriydi. Nazım babasının özgürlükçü yapısı, annesinin de sanata olan yeteneğini almıştı. Hikmet Bey ile Celile Hanım 1901 yılının Şubat ayında evlenmişlerdi.
Nazım doğunca Hikmet Bey ticaretle uğraşmak için Selanik’ten babası Vali Mehmet Nazım Paşa’nın yanına Halep’e götürmüştü ailesini. Fakat burada istediği başarıya ulaşamamış ve Nazım Paşa Diyarbakır’a atanınca aile de onunla birlikte gitmişti.
Nazım Bey, Diyarbakır’da sıkılınca ailesiyle İstanbul’a gelmiş, İttihat ve Terakki Fırkasına yakınlık duyduğundan Hariciye Nazırlığına başvurarak Matbuat-ı Umumiye çevirmenliğine atanmıştı. İşler biraz düzelince Göztepe’ye taşındılar.
Nazım Hikmet de bir yıl Fransızca öğretim yapan bir okula devam edip oradan Göztepe’de bulunan Numune Mektebi'ne gitti. Yıllar boyunca birlikte olacağı ama bir gün kadınlarda uzun saçı sevdiği için anlayamadığı bir tartışmaya gireceği arkadaşı Vala Nurettin ile bizim orda ki Taşmektep İlkokulunu bitirdi. Önce Galatasaray Sultani’nin orta kısmına yazılsa da okul pahalı olduğu için Nişantaşı Sultanisi’ne verildi.
Başarılı bir öğrenci olan Nazım o sıralarda ilk şiiri “Feryad-ı Vatan”ı yazmıştı. Tarih 20 Haziran 1329 (3 Temmuz 1913), şiirde Balkan Savaşı sonucunda Osmanlıların yenilmesi ve düşmanların Çatalca’ya kadar ilerlemesine üzülen Nazım’ın vatanı kurtarma isteği yansır.
“Sisli bir sabahtı henüz / Etrafı sarmıştı bir duman / Uzaktan geldi bir ses ah aman aman / Sen bu feryad-ı vatanı dinle işte” şeklinde başlayan şiiri Nazım ilk şiiri olarak kabul etmez. Ona göre ilk şiiri 6 Kanun-ı evvel 1330’da (1 Aralık 1914) yazdığı “Yangın”dır.
Nazım Hikmet’in dayısı ressam, şair Mehmet Ali gönüllü olarak Balkan Harbi’ne girmiş, sonra da Çanakkale’de şehit düşmüştü. Dayısını çok seven Nazım Hikmet bu olay üzerine “Şehit Dayıma” isimli şiirini yazdı. Bu arada kız kardeşinin kedisi için de “Samiye’nin Kedisi” şiirini kaleme almıştı. Şiiri okuyan Yahya Kemal kediyi görünce “Sen bu pis, uyuz kediyi böyle övmesini biliyorsan şair olacaksın!”demişti. Yahya Kemal ile Nazım’ın arasındaki ilişki ileride annesi ile babasının boşanmasına sebep olacaktı.
16 Aralık 1914’de yazdığı “Bir Bahriyelinin Ağzından” şiirini aile dostları olan Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın önünde okuyunca çok duygulanan Cemal Paşa’nın yardımıyla Nişantaşı Sultanisi’nden ayrılarak 962 numarayla Heybeliada Mektebi’ne girdi. Şair Yahya Kemal de burada öğretmendi.
Yahya Kemal, Nazım Hikmet’e şiir konusunda çok yardım etti. 1918’de Yeni Mecmua’da Mehmet Nazım imzasıyla çıkan “Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı” şiirinin pek çok yerini gözden geçirip düzeltti. Fakat Yahya Kemal’in annesi Ayşe Celile Hanım’a karşı hisler beslediği söyleniyordu. Bu söylentiler Nazım Bey ile Celile Hanım’ın arasını açtı. Nazım’ın tüm gayretlerine rağmen boşandılar. Hikmet Bey bir süre sonra Cavide Hanım ile evlendi ve iki çocuğu oldu.
“Canan” diye çağırdığı Celile Hanım’a “Telaki, Erenköy’de Bahar, Bir Tepeden” gibi aşk şiirleri yazan Yahya Kemal ise sözünde durmadı ve onunla evlenmedi. Bunun üzerine Celile Hanım resim öğrenimi için Paris’e gitti.
Nazım Hikmet Bahriye’yi bitirince, Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subaylığına verildi. 1919 kışında bir gece nöbetinde ciğerlerini üşüttü ve zatülcenbe yakalandı. İki ay evde dinlendiyse de gittikçe kötüleşti. Hastanede yapılan muayenesi sonucu subaylığa elverişsiz olduğu ortaya çıktı ve 17 Mayıs 1920’de askerlikten çürüğe ayrıldı.
Delikanlılık çağındaki Nazım tüm hayatı boyunca tadacağı aşk duygusuyla tanıştı. İlk aşkı Marika isimli bir Rum kızıydı. Sonra da eski bir valinin kızı olan Sabiha’ya gönlünü kaptırdı. Onun için “Gözleri Siyah Kadın” şiirini yazdı.
1920 yılında Alemdar dergisinin açtığı şiir yarışmasında “Bir Dakika” şiiriyle birinciliği kazandı. Yazdığı şiirleriyle basında olumlu övgüler almaya başladı.
Ahmet Hamit, Refi Cevat, Halit Fahri, Yusuf Ziya ondan övgüyle söz ediyordu. 1920 yılında “Gençlik” şiirini babasına ithaf etti. Şiiri yazdıktan sonra usulca babasının odasına girip bu şiiri masasına bıraktı ve “milli mücadele”ye katılmak için Anadolu’ya geçti. Yanında arkadaşları Vala Nurettin, Yusuf Ziya ve Faruk Nafiz vardı. 1921’in ilk günü Sirkeci’den kalkan küçük “Yeni Dünya” vapuruyla İnebolu’ya gittiler.
Yusuf Ziya ile Faruk Nafiz’in Anadolu’ya geçişlerine izin verilmeyince arkadaşlarının geri dönmesine rağmen Nazım ile Vala yola devam etti. Ankara’ya ulaştıklarında Matbuat Müdürü Muhittin (Birgen) Bey onları karşıladı. Maarifte çalışmaları istense de ilk başta razı olmadılar. Cepheye gitme işi suya düşünce mecburen kabul ettiler ve 14 Haziran 1921’de Bolu Sultanisi “Kısm-ı iptidai muallimliği”ne atandılar. Nazım burada bir yandan Fransızca'sını ilerletirken diğer yandan yobazlara, gerici ve çıkarcılara karşı “Kara Kuvvet” şiirini yazdı. Türk Ocağı’nın açılışında “Kırk Haramilerin Esiri” şiirini okuyarak padişah yanlılarının düşmanlığını kazandı.
Bir gün Nazım ile Vala, Rusya’ya gitmeye karar verdi. Trabzon’a gidip valiye Batum yoluyla Kars’a oradan da Kazım Karabekir’in bölgesinde çalışmaya gitmek istediklerini söylediler. Valinin dedesinin Nazım Paşa’yı tanıması sonucu onay alarak İtalyan vapuru Kornilov ile 30 Eylül 1921’de Batum’a ulaştılar. Burada sıkıntılı günler geçirirken Şevket Süreyya’ya rastladılar. Üçü birlikte Kunt Üniversitesi’ne yazıldılar. Burada çeşitli uluslardan gelen gençlerle tanışıp Fransızca'larını ilerleterek Rusça çalışıp ekonomi politik öğrendiler. Nazım ile Vala burada kızların saçı yüzünden tartışır. Vala, Nazım’ı geri kafalılık ve kontrevolüsyoner olmakla suçlar. Neredeyse yumruk yumruğa kavga edecekleri sırada olayı gören bir profesörün araya girmesiyle tartışma sona erer.
Rusya’da o sırada devrimin ateşi yanmaktadır ve sançtılar için tam bir cennettir. Nazım bu havadan çok etkilenir. Bu sırada gençliğinde Nişantaşı’nda tanıştığı Nüzhet Hanım Moskova’dadır. Esasında Nazım yazdığı mektuplarla onu çağırmış Nüzhet Hanım’ın ailesi de kızlarının Moskova’da okumasına ses çıkarmamıştır. Burada ikisinin dostluğu ilerler ve evlenirler. Ancak Nüzhet’in sağlığı bozulunca Bakü’deki amcasına gider. Hastalığı ilerleyince de Avrupa’daki Tarta Senatoryumu’na... Burada evliliğini uzun uzun düşünüp Nazım Hikmet’in “Mavi Gözlü Dev” şiirinde belirttiği nedenlerden dolayı ayrılırlar. “O mavi gözlü bir devdi / Minnacık bir kadını sevdi / Kadının hayali minnacık bir evdi / bahçesinde ebruli, hanımeli açan bir ev”. Aslında Nazım bu şiiri boşandıktan sonra Beyoğlu’nda Nüzhet’in kendisini görüp başını çevirmesi üzerine yazar.
Nüzhet’ten ayrıldıktan sonra üniversiteden sarı saçlı, mavi gözlü Liyolya’ya yakınlık duyar. Bu arada yazdığı oyunlar sahnelenir, şiirleri basılır. Yıl sonunda Türkiye’ye geri dönmesi gereklidir. Liyolya’ya kendisini aldıracağını söyler ama Odessa’ya gelen sevgilisi sınırı geçemez.
İstanbul’a dönünce babasının yanına taşınır. 21 Ocak 1925’de çıkmaya başlayan Orak-Çekiç gazetesinde yazmaya başlar. Ocak ayı nedense Nazım’ın hayatında hep dönüm noktalarına denk gelir. Belki tesadüf belki de kader. Orak-Çekiç ile birlikte hayatı boyunca devam edecek polis takibi de başlar. Hem takipten kaçmak hem de örgütsel işler için İzmir’e gider. Polis onu İstanbul’da ararken o, yangı yerinde taştan yapılma, penceresiz bir kulübede kalır. Buradan gece toplantılarına gider ve “Güneşi İçenlerin Türküsü”nü yazar.
Şehy Sait İsyanı nedeniyle çıkarılan Takrir-i Sükun yasası gereği Ali Çetinkaya’nın başkanlığında Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanır ve gıyaben 15 yıl kürek mahkumiyeti alır. İzmir’den İstanbul’a sahte kimlikle gelerek annesinin yaptığı makyaj sayesinde Kırım üzerinden Şefik Hüsnü ile birlikte Moskova’ya gider. Türkiye Komünist Partisi için açılan davada Şevket Süreyya ve Vedat Nedim’in ifadeleri uyarınca gıyaben üç ay mahkumiyet alır. Suçsuzluğuna inandığı halde yapacak bir şeyi yoktur. Bu olaydan sonra Süreyya için “Bukalemun gibidir. Her yerde kullanılmaya uygun bir kişiliği vardır. İnanmış göründüğü zaman hiç inanmadığı zamandır aslında” diyecektir.
Moskova’da iki yıl daha okur ve burada tanıştığı Lena Yurçenko ile 1926 sonunda evlenir. Aynı yıl yeni Türk Ceza Kanunu kabul edilir. 15 yıllık mahkumiyeti bir yıla iner. Eşi Lena ile ülkeye geri dönmek için Türk Sefareti’ne başvursa da sonuç alamaz. Sahte pasaportla Türkiye’ye girer ve Hopa’da yakalanır. Pasaportsuz sınırı geçme suçundan üç gün hapis cezası alıp önceki cezası nedeniyle kelepçeli olarak İstanbul’a gönderilir. Bilekleri kelepçeye alışmaya başlamıştır. Kendisiyle görüşen gazetecilere “hiçbir örgüte mensup değilim. Marksizmin yalnız edebiyattaki tezahüratıyla alakadarım” der.
Verilen iki karar kendisine bildirilince dilekçeli yargılanmaların yüzüne karşı yapılmasını ister. Davaya Ankara’da bakılır. İstiklal Mahkemesi’nin kararı kaldırılsa da sahte pasaport taşımak yüzünden üç ay hapis cezası alır. Hapisteki süresi cezayı geçtiği için serbest bırakılır.
Babası oğlu solcu olduğu için işten atılmıştır. Az bir maaşa Kadıköy’de şimdi opera binası olan Süreyya Sineması’nın müdürlüğünü yapmaktadır.
1929’da “835 Satır” isimli kitabı çıkınca edebiyat dünyası adeta yerinden oynar. Ahmet Haşim bile Nazım’ı alkışlamaktan geri kalmaz. Buradaki şiirler hem biçim hem de içerik açısından Türk şiirine yepyeni bir soluk getirmiştir. Bu arada şiiri yüzünden edebiyat dünyasında eski yeni kavgası da çıkar. Yakup Kadri, Ahmet Haşim, Hamdullah Suphi ve Yusuf Ziya ona şiddetle saldırırken Nazım taşlama şiirleri “Cevap No.1, Cevap No. 2, Cevap No. 3” ile karşılık verir. En büyük kavgasını ise bir dönem kendisini koruyan Peyami Safa ile yapar. İlk çalışmalarını Nazım’a adayan Peyami daha sonra en azılı düşmanlarından biri olur. Aşk ve nefret çok yakın duygular değil midir? Bazen en büyük kavgalardan büyük aşklar doğduğu gibi büyük sevgilerden ömür boyu sürecek kavgalar da çıkmıştır.
1930 yılında kız kardeşinin arkadaşı Hatice Zekiye Pirayende ile tanıştı. O zaman Piraya Hanım evli ve iki çocuk annesiydi. Ancak kocası onu ve çocukları bırakıp Mısır’a gitmişti. Nazım ilk görüşte âşık oldu ama sevdiğine kavuşması için biraz daha vakit vardı.
Babası Nazım Bey 1932 Mart’ında bir köpek tarafından ısırılınca kuduz iğnesi yaptırır. Daha sonra yolda bir arabadan kaçmak isterken kafasını vurunca bu sefer de tetanoz iğnesi yaptırır. Ancak aynı gün yapılmaması gereken iğneler sebebiyle eve ateşler içinde gelir. Süreyya Sineması’nın patronu Süreyya İlmen hesap istemek için eve geldiğinde cevap verecek halde değildir. Süreyya İlmen evden sinirle çıkmış oysa Nazım Bey bitkin düşmüş ve oğlunun dizinde ölmüştür.
Bu olay üzerine Nazım “Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye” şiirini yazar. Süreyya İlmen bu şiirde kendisine ve ölü babası Rıza Paşa’ya hakaret olduğu iddiasıyla dava açar ama ilk başta davayı kazansa da yargıtay kararı bozar.
Bu arada “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?” kitabı çıkmış, mart ayında “Kafatası”, kasımda ise “Bir Ölü Evi” oyunları sahnelenmiş ve büyük beğeni kazanmıştır.
Bir sonraki yıl İstanbul duvarlarına asılan ilanların Adana, Bursa ve Edirne illerini de kapsayan bir örgütün işi olduğu, Nazım Hikmet’in de bu örgütün üyesi olduğu gerekçesiyle açılan davada gözaltına alınır. 31 Mayıs’ta Bursa cezaevine nakledilerek 146 ve 147. maddelerden hakkında idam istenir. Mahkeme ve yargıtay arasında gidip gelen kararlar neticesinde 4 Ağustos 1933’de dört yıllık mahkumiyet alır.
Cumhuriyet’in onuncu yılı nedeniyle çıkan af kapsamında cezasının üç yılı düşer. Yaklaşık bir yıl hapis yattıktan sonra dışarı çıkar. İş bulmakta zorlanınca Orhan Selim adıyla yazılar yazmaya başlar. Ancak ihbarlar gelince kimliğini açıklamak zorunda kalır. Sanki gizli bir el hep peşindedir ve hep boşluğunu yakalamaya çalışır.
31 Ocak 1935’de Piraya Altınoğlu ile Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde evlenir. İpek Film’de çalışmaya başlar. Burada kendisini Kara Harp Okulu’ndan Ömer Deniz adında bir öğrenci üniformasıyla görmeye gelir. Nazım onu kovup Emniyet’i arayarak “Şimdi de askeri elbiseyle mi çıkıyorsunuz karşıma. Beni rahat bırakın” der. Ancak Harp Okulu Davası’nda bu görüşmelerde Nazım’ın ordu içinden gençleri ilerde komünist devrim için kışkırttığı suçlamasıyla 15 yıl hapis cezası alır. Benzer bir durum “Donanma Davası”nda da olur. Hiç bulaşmadığı işler yüzünden sadece şüphelilerin üstünde şiirleri bulunduğu gerekçesiyle hapse atılır.
Bu zamanlarda en büyük yardımcısı karısıdır. Büyük dayısı, Kurtuluş Savaşı kahramanlarından General Ali Fuat Cebesoy onu kurtarmaya çalışsa da başaramaz. Halbuki Nazım “Kuvay-i Milliye” şiirini yazdıktan sonra dayısından Mustafa Kemal’e okutmasını istemiştir.
İstanbul, Çankırı ve Bursa hapishaneleri birbiri kovalar. Kemal Tahir, Orhan Kemal, A. Kadir ve Balaban’ı bu hapishanelerde yetiştirir. Hapishane’de resim yapan, şiirler yazar; özellikle de Piraye için. Bursa Hapishanesi’nde dokuma tezgâhı bile işletir. Gelen parayı karısına, Kemal Tahir’e ve Orhan Kemal’e verir. En büyük arzusu biricik karısının gelip kendisini görmesidir.
Onca zorluktan sonra 8 Nisan 1950’de açlık grevine başlar. Altmış beş yaşındaki annesi Celile Hanım da 9 Mayıs’ta oğluna destek verir. Bu açlık grevleri Türkiye ve dünyada büyük ses getirir. Sonunda 15 Temmuz 1950’deki af kanunu ile özgürlüğüne kavuşur. 13 yıl hapis yatmıştır.
Piraye’nin son dönemde kendisini ihmal edişi yüzünden gönlü dayısının kızı Münevver’e kaymıştır. Piraye’den ayrılmak ister. Münevver’in kızı sebebiyle kocasıyla barışması ise onu çileden çıkarır.
Sonunda Piraye’den boşanır ve Münevver ile evlenir. Oğlu Mehmet doğar ama bu sırada askere alınma kararı ile karşılaşır. Subayken çürüğe çıkmasına rağmen 50 yaşında er olarak iki sene askerlik vardır önünde. Bu zorluğa dayanamayacağını düşünür. Kulağına kötü söylentiler çalınmaktadır. Üvey kardeşinin nişanlısı Refik Erduran onu bir motorla yurtdışına kaçırabileceğini söyler.
İlk başta bu teklifi reddetse de arkadaşlarıyla konuştuktan sonra kabul eder. 17 Haziran’da bir Romen gemisiyle giderken son defa çok sevdiği ülkesine bakar Nazım. Arkada karısı ve iki buçuk aylık oğlu vardır.
Bükreş’e giden Nazım oradan uçakla Moskova’ya geçer. Burada sevgi gösterileriyle karşılanır. Ancak eski Rusya’dan farklı bir yerdir artık burası. Lenin ile Stalin arasındaki farklar ülkeye yansımıştır. Nazım bütün olumsuzlukları hemen görür ve dile getirir.
O gördüğü haksızlıkları ne pahasına olursa olsun dile getirirdi. Nazım’ın 1929’da partiden atılması zaten bir sorun olmuştu bunun üzerine Rusya’yı eleştirmesi ise tuz biber ekti. 15 Ağustos 1951 günü resmi gazete vatandaşlıktan çıkarıldığı yazdı.
Bu dönemde Bulgaristan’da bulunan Türklere gitme izni verildi, ancak düşünülenden fazla kişi gitmeye kalkışınca durumu düzeltmek için Nazım’dan Bulgaristan’a gitmesi istendi. Rusya’nın boğucu havasından çıkan Nazım burada Türklerle konuştu ve onları gitmemeleri için ikna etti. Ancak kendisine verilen sözlerin tutulmadığını görünce ilerde canı sıkılacaktı.
Nazım Hikmet’in memleket hasretiyle birlikte kalp hastalığı da başlamıştı. İlk enfarktüsü Pekin’de geçirdi. Berlin’de yüreği tekrar sızladı ve Rusya’da senatoryuma yatırıldı. Bura hayatının aşklarından Galina Kolesnikova ile tanıştı. Galina daha sonra Nazım’ın özel doktoru, sekreteri ve sevgilisi olacaktı.
Nazım kendine iki katlı bir ev aldı. İçini Türkiye ve dünyadan gelen eşyalar doldururken duvarlara Münevver ile Mehmet’in fotoğraflarını astı. Galina ilk başta bu ilişkinin birkaç aydan fazla süreceğine ihtimal vermese de yedi yıl sürdü ilişkileri. Nazım oğlunun ve karısının Türkiye’de yaşadıkları hayatı öğrendikçe kahroldu.
1953’de kalbi durunca klinik olarak öldü. Yanında Doktor Galina vardı, sevdiği kadının kalbine yaptığı adrenalin iğnesi onu hayata döndürdü.
Stalin’in ölmesi ortamı biraz rahatlattı. Nazım dönemi anlatan İvan İvanoviç oyununu yazdı. Ancak oyun ikinci gecesinde yasaklandı. Nazım bu yasaklama üzerine intihara teşebbüs etti. Galina onu yine kurtardı, son kez...
Nazım bir anda yeniden gençleşti, çünkü hayatına yeni bir aşk girmişti, adı Vera idi. Evli, çocuklu ve Nazım’dan 30 yaş küçük bu kız hayatını bir anda değiştirdi. Doktor bu kalple âşık olursan ancak üç yıl yaşarsın demişti, onun sözünü kabul etti. Galina’ya hiç şiir yazmamasına karşın Vera’ya sürekli şiir yazıyordu. Yeni aşkını bir dakika bile yalnız bırakamıyor ve hep onunla olmak istiyordu. 18 Kasım 1960’da evlendiler. Balaylarını Paris’te yapan çift Abidin–Güzin Dino çiftiyle burada tam 40 gün kaldı.
Nazım hayatının artık sonlarına geldiğini fark ediyordu, tek endişesi ise geride bıraktığı karı ve oğluydu. Sonunda onları da ülkeden çıkarmayı başardı, ama artık evliydi ve durum biraz gergindi. Aile üç gün bir arada oldu. Sonra Nazım oğlu ile Münevver’i dostlarına emanet edip Vera’nın yanına döndü.
3 Haziran 1963 pazartesi sabahı gazeteleri almak için açtığı kapısını bir daha kapayamadı. Doktorun verdiği üç yıl dört ay fazlasıyla yaşanmıştı. Nazım’a muhteşem bir cenaze töreni yapıldı. Hayatının son dönemdeki üç aşkı Münevver, Galina ve Vera cenazesindeydi. Naşı daha sonra Novodeviçiye Mezarlığı’na defnedildi. Vasiyet şiirinde istediği Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülemedi hâlâ…
Sabah soğuk ve ben doğum günümde benimle aynı yerlerde yaşamış büyük şairi düşünüp yola çıkacağım. Bir çınar ağacının yanında şiirlerini okuyacağım. Doğum günümde kimseyle konuşmadan dolaşacağım her yerde bir mısra okuyarak. Sabahların her yerde aynı olduğunu ama memleketin hiçbir yerde aynı olmadığını bilerek savuracağım mısraları havaya.
En sona son şiirini saklayacağım; “Gelsene dedi bana / Kalsana dedi bana / Gülsene dedi bana / Ölsene dedi bana / Geldim / Kaldım / Güldüm / Öldüm”.

13 Ocak 2008 Pazar

Kuyruklu Yıldız'ın Oğlu

Belki koca evrende yalnız olduğumuz düşüncesine çok kaptırdık kendimizi. Bizden başka yaratıkların bulunmadığı inancına iyice inandırdık birbirimizi. Bu yalnızlık bir zaman sonra sıkmaya başladı bizi ve gökyüzünden gelecek arkadaşları bekler olduk. Ancak kimse gelip bize bir “merhaba” bile demedi. Belki de bizim anlayacağımız şekilde söylenmedi bu.
Ben evrende yalnız olduğumuza inanmıyorum. İnancımın temeli de dikkatli bir şekilde bakınca bize gönderilen mesajları anlayabileceğimizden geliyor. Mesela Halley Kuyruklu Yıldızı ile gönderilen o müthiş mesaj.
Bilmiyor musun o mesajı? Bilmiyorsan üzüldüm yok biliyorsan sen de benimle aynı fikirdesin demek ki. Esasında bu mesajları anlamak için biraz dikkat etmek yeterli.
Bundan yıllar evvel 1835 yılının 30 Kasım günü Halley Kuyruklu Yıldızı’nın bize bıraktığı bir mesaj dünyaya ulaştı. Bir bebek ağlamasıydı bu mesajın başlangıcı. Bebeğe Samuel Langhorne Clemens adı verildi. Ailesi onun bir kuyruklu yıldız çocuğu olduğunu bilmiyordu. Bunu dünyaya anlatmak çocuğun görevi olacaktı zaten.
Yedi çocuğun altıncısı olarak kardeşlerinin arasına katıldı. Ne var ki sadece üç kardeşi yaşayabilmişti. Samuel, Florida’da Missouri eyaletinde doğmuştu ama ailesi o daha dört yaşındayken Mississippi Nehri’nin boylarından Hannibal’e taşındı. Burada ileriki yıllarda yazacağı “Tom Sawyer” ve “Huckleberry Finn” için gözlem yapabilme şansını yakaladı. O yıllarda Missouri köleliğin yasal olduğu bir kentti ve Samuel bu konuyu da ileride yazılarında kullanacaktı.
On bir yaşına geldiği zaman babası zatürreeden öldü. Ertesi sene Samuel para kazanmak için bir basımevinde çırak olarak işe başladı. Para kazanma ve zengin olma hayali tüm hayatı boyunca devam edecekti. 1851 yılında ağabeyi Orion’un sahibi olduğu Hannibal Journal gazetesinde dizgici olarak işe başladı. Burada Jush adı altında yazılara yardım ediyor arada da mizahi makaleler yazıyordu. On sekiz yaşına geldiğinde her genç gibi dünyayı tanımak istedi. Ne ilginç değil mi gençlerin çoğu zaman aynı hislerden etkilenmeleri.
Gerçi Samuel dünyayı keşfetmek istiyordu fakat bir yandan da dünyanın kendisini keşfetmesini bekliyordu. Dört sene boyunca New York’tan Philadelphia’ya oradan Cincinnati’ye dolaşıp durdu ve matbaacı olarak çalıştı. Missouri’ye geri döndüğünde Horace E. Bixby’dan etkilenerek Mississippi’de gezinti yapan vapurlarda çalışmak istedi. O zamanlar vapur kaptanları iyi maaş alıyorlardı zira vapurlar ağaçlardan yapıldığı için geceleri herhangi bir gaz lambası yakmak yasaktı. Kaptan nehri çok iyi bilmeli ve en ufak bir akıntı değişikliğini hissedebilmeliydi.
3200 kilometrelik nehrin her yerini öğrenmesi iki senesini aldı. Bu sırada ileride romanlarında anlatacağı yerleri iyiden iyiye öğreniyordu. Kaptan ehliyeti almak için çalışırken en büyük yardımcısı küçük kardeşi Henry idi. Ne var ki bir gece Samuel rüyasında Henry’nin çalıştığı geminin yandığını ve kardeşinin öldüğünü gördü.
Bu rüyadan çok etkilense de kardeşine tam anlatamadı. Rüyanın üstünden bir ay geçmişti ki 21 Haziran 1858 günü Henry’nin çalıştığı vapur aynı rüyadaki gibi yandı ve kardeşi öldü. Halley’in çocuğu bazen geleceği görebiliyordu. Kardeşinin ölümünden kendisini bir parça sorumlu tutan Samuel bu olayın etkisiyle parapsikolojiye eğildi.
Yirmi dört yaşına geldiğinde kaptan ehliyetini almış ve nehirde vapurları gezdiren biriydi. Amerikan İç Savaşı çıkıp nehir gezileri yasaklanana kadar bu işi yapmaya devam etti.
Savaş çıkınca Samuel ve arkadaşları Konfederasyon askerleri arasına karıştılar ve dağılmadan önce iki hafta talim şansı buldular. Askerliği ardından Samuel, Nevada’ya vali olarak atanan ağabeyi Orion’un yanına gitti ve iki kardeş bir süre posta arabasıyla bölgeyi gezdi.
Samuel’in gezisi Nevada’da gümüş madenleri bölgesine kadar devam etti ve burada zengin olma hayaliyle madenci oldu. Onun madencilik macerası da tıpkı Kazancakis’in “Zorba” kitabına benzer şekilde bitti. Samuel’in etkileyeceği insanlar vardı ve bunun için madencilik dışında bir iş yapmalıydı. Ne de olsa o bir kuyruklu yıldız çocuğuydu.
3 Şubat 1863 günü edebiyat tarihi için önemli bir gündür. O gün “Carson’dan Mektup” adlı bir makale, Mississippi gemilerinde iki kulaç derinlik anlamına gelen Mark Twain adıyla imzalanmıştı. Mark Twain yerine o güne kadar Josh ve Thomas Jefferson Snodgrass adlarını kullanan Samuel bu tarihten itibaren yazdıklarını hep Mark Twain olarak imzalayacaktı.
Twain bazı gezi yazıları ve makaleler yazarak çeşitli eyaletleri dolaştı. Esas çıkışınıysa 1865 yılında yayımlanan “Claveras Zıplayan Kurbağa Kutlaması” hikayesiyle yaptı. Anlatıda hemen her konuda iddiaya giren Jim Smiley’nin gölde yakaladığı kurbağayı eğittikten sonra girdiği iddialar ve bir yabancıya hile sonucu nasıl yenildiği anlatılıyordu.
Bu yazıdan iki sene sonra yerel bir gazetenin muhabiri olarak Akdeniz’de gemi turuna çıkması istendi. Avrupa ve Ortadoğu’daki gezi yazılarını daha sonra çok popüler olacak “Saflar Yabancı Ülkelerde” kitabında topladı. Bu eserden sonra Amerika’nın en önce anılan güldürü yazarlarından biriydi. Kuyruklu yıldızın çocuğu yavaş yavaş parlıyordu.
Arkadaşı Charles Langdon bir gün Mark Twain’e kız kardeşi Olivia’nın resmini gösterdi. İleriki yıllarda Twain o an için “ilk görüşte aşık oldum ona” diyecekti. Olivia ile Twain 1868’de tanıştı, bir yıl sonra nişanlandı ve Şubat 1870’de New York’ta evlendiler.
Çift bir süre New York’da Buffalo kentinde yaşadı. Twain buradaki gazetenin hem editörü hem de yazarı olarak çalışıyordu. Bu zaman zarfında oğulları Langdon daha 19 aylıkken difteriden öldü.
New York’tan sonra çift Connecticut’ta Hartford’a taşındı ve burada ileride Mark Twain Müzesi olacak evi yaptırdılar. Connecticut günleri Mark Twain için en önemli eserlerinin yayımlandığı ve en zor zamanlarının geçtiği yer olarak hep ayrı bir öneme sahip oldu.
Önce “Tom Sawyer’ın Maceraları” çıktı. Öksüz Sawyer’ın Mississippi boyunca geçen macerası çok sevildi. Bu akıllı, yaramaz ve macera düşkünü çocuk ilk ortaya çıkışından yıllar sonra bile kendisini okuyan birçok kişinin kahramanı oldu. Özellikle bir çiti boyaması istenen Sawyer’ın bunun büyük bir iş olduğunu arkadaşlarına inandırıp, onlardan istediklerini alıp çiti boyamalarına izin vermesi her daim akıllarda kaldı.
Tom Sawyer’ın arkadaşı “Huckleberry Finn’in Maceraları” ise daha sonra geldi. Kimileri bu roman için Amerikan edebiyatının ilk büyük eseridir dedi. Tom gibi yaramaz olan Huck, aynı zamanda biraz daha asiydi ve düzenden hiçbir şekilde hoşlanmıyordu. Temiz çarşaflarla serili bir yatakta yatmaktansa bir fıçının içinde uyumayı tercih eden Huck, saçlarını taramak ve kiliseye gitmekten de hiç haz etmiyordu.
Huckleberry Finn için Ernest Hemingway: “eğer kitabı okursanız Zenci Jim’in çocuklardan çalındığı noktada durun. Hikaye orada biter. Gerisi kandırmacadır” der. Kitabın köleliğin yasal olduğu dönemde geçmesi ve karakterlerden biri olan Jim’e “zenci” denmesi nedeniyle ara sıra yasaklanmalara ya da değiştirilmelere maruz kaldığı oldu.
Huck’dan sonra ise “Mississippi’de Yaşam” geldi Twain’den. Bu arada edebiyat araştırmacılarını ikileme sokacak bir durum vardır. İlk kez daktiloyla yazılan roman olarak Twain Tom Sawyer’ı örnek gösterir ama kimi araştırmacılar Mississippi’de Yaşam’ın tamamen daktiloyla yazıldığını iddia eder. Sonuçta daktiloyla ilk roman yazan yazar Twain olarak anılır ama eser üstünde anlaşmaya varılamaz.
Twain yazı hayatı dışında para kazanmak için çeşitli işlere yatırım yaptı. Ancak bu işlerde pek başarılı olamadı ve her seferinde parasını kaybetti.
Twain’in en yakın dostlarından biri de ünlü bilim adamı Nikola Tesla idi ve ikili Tesla’nın laboratuarında epey vakit geçirdi.
Twain kendi matbaasını da kurdu bir ara ve burada iç savaş kahramanlarından Ulysses S. Grant’ın anılarını yayımladı. Twain’e bu anıların basılmasının kendi iflasını getireceği söylense de “ormanda yangın varken herkes kaçmış ama küçük bir ayı bu yangını söndürmek için var gücüyle uğraşmış. Sonunda başarmışta. Şimdi ona teşekkür etme zamanı” diyerek kitabı basıp yayımladı. Twain’in esas iflasıysa “Papa’nın Hayatı”nı yayımlamasıyla oldu.
Bu mali kriz sırasında yakın arkadaşı Henry Rogers önce Twain’in iflasını açıkladı. Ardından yazılarının haklarını eşi Olivia’nın üstüne geçirtti ve kalan parayı korumaya aldı. Bu şekilde zaman kazanan Twain tüm dünyayı kapsayan bir söyleşi turuna çıktı. Bu tur sayesinde borçlarını ödedi.
Henry Rogers ve Mark Twain poker ve alkol konusunda baya iyi anlaşan iki arkadaştı. Bunun dışında birbirlerine mektuplar yazarlardı. Daha sonradan bulunan mektuplarda Twain’in bilinen espri anlayışının yanı sıra Rogers’ın da iyi bir eğlence anlayışlı olduğu ortaya çıktı.
Twain böylesine yoğun çalışmasına rağmen ailesine de zaman ayırıyordu. Olivia ile üç kız çocukları oldu; Susy, Clara ve Jean. Twain, Susy’nin 1896’da ölümünün ardından derin bir depresyona girdi ve bu ruhsal bunalımlar onu geri kalan yaşamı boyunca ara sıra ziyaret etti. Susy’nin ölümünden on sene sonra biyografisini yazmaya başladı. Bu arada karısı Olivia’yı da kaybetmişti. Oxford Üniversitesi hayatının son yıllarına doğru ona fahri doktora verdi. Tabi Twain’in hayatında ilginç gelişmeler olmaya devam etmekteydi.
Nisan 1907’de Rogers ve birkaç arkadaşıyla birlikte Virginia’daki Jamestown Fuarına gittiler. Dönüşte Rogers’a ait buharlı bir yat olan Kanawha ile dönmeyi planladılar. Ne var ki havanın muhalefeti Rogers ve arkadaşlarını bu fikirden vazgeçtirdi. Grup New York’a trenle dönerken Twain ısrarla yatta kaldı ve deniz yoluyla döneceğini söyledi. Hava düzelince yola çıkıldı ancak bir müddet sonra Kanawha’dan ses çıkmamaya başladı. New York Times Twain’in denizde kaybolmuş olabileceğini yazdı. Twain’in denizde öldüğü söylentisi çıktı. Bu söylentiler arasında yazar güvenli bir şekilde New York’a ulaştı ve durumu hicveden makaleler yazdı.
Halley Kuyruklu Yıldızı tekrardan Dünya’ya yaklaşmaya başlamıştı ve 21 Nisan 1910 günü Samuel Langhorne Clemens olarak başladığı hayatını Mark Twain olarak devam ettiren çocuğunu yanına alıp tekrardan uzaklaştı.
Yetmiş beş sene dünyada kalan ve bu esnada gülmenin güzelliğini, esaretin ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatmaya çabalayan, her daim zengin olmak için uğraşan ancak bunu istediği gibi başaramayan bir adam geçti bu hayattan. Adem ile Havva’nın güncesinden ırmak yaşamının keyfine, asi çocukların eğlenceli maceralarından Kral Arthur zamanına yapılan yolculukları yazdı. Çoğu zaman güldürdü ama düşünerek gülmenin önemini belirterek. Esarete ve insanları esaret altında yaşatanlara hep karşı oldu. Sonunda bir göz kırpması kadar kısa zamanda geldiği yıldıza binerek bizlere gittiği yerlerden şen kahkahalar atıp el sallamaya başladı.
Canın bir gün çok sıkılırsa ve gülümsemeye ihtiyaç duyarsan nerede olursan ol gökyüzüne bak ve el salla. Orada seni gören ve sana el sallayacak biri olacaktır. Tabi meraklı biri gelip ne yaptığını sorarsa yalan söyle. Kuyruklu yıldızın çocuğunun dediği gibi; “Bir açıklama yapmaktansa yedi tane yalan söylemek iyidir”.

12 Ocak 2008 Cumartesi

Futbol Topu, Sanayi Devrimi, Cumhurbaşkanlığı ve Aşk

Toplum olarak meraklı bir topluluğuz. Sadece merak ettiğimiz konular farklı ya da bazen bizim merak ettiğimiz konular dünyada pek merak edilmiyor. Evrensel konulara olan merakımız veya bilimsel merakımız ise maalesef fazla gelişmemiş.
Biz daha çok sokakta tartılan adamın kaç kilo olduğunu merak ederiz, renkli hayatları, futbolcuları.
Futbol da bu ülkenin özellikle erkeklerinin en önem verdiği konulardandır ancak merakımız futbol topunun kaç tane altıgenden oluştuğu üzerine hiç yoğunlaşmamıştır. Futbol topunu ve tarihi düşünsek oradan alacağımız yanıtla bu sefer futbolun tarihini merak edebiliriz.
Futbolun tarihsel gelişimini merak ederken karşımıza İngiliz İşçi Sınıfı çıkar ki oradan da Sanayi Devrimini merak edebiliriz.
Sanayi Devrimi’ni araştırırken başka bir devrim, Fransız Devrim’i bizi çekebilir. Peki bilir misiniz Fransız Devrimi ile Amerika’nın Bağımsızlık mücadelesindeki ortak noktaları?
Fransızlar nasıl Amerika’nın İngiltere’ye karşı ayaklanmasını desteklemişse aynı zamanda İngilizler de el altından Fransız devrimcilerini desteklemişlerdir.
Bunları araştırırken karşınıza Washington, Rochambeau ve Lafayette mektupları çıksa hoş olmaz mıydı? Hele bu mektupları ilk bulan kişi olmanın o hazzı ne de güzeldir, değil mi?
Başka ülkelerin yaptıkları ilgilendirmiyorsa bizi Kurtuluş Savaşı herhalde ilgilendirir. Peki o dönemki Türk – Sovyet ilişkileri ilgilendirir mi? Taksim’de bulunan anıtta Atatürk’ün arkasında iki Sovyet generalinin bulunduğunu bilir misiniz?
İnsan merak edince neler öğreniyor bir bilseniz. Tabi bilimsel merakı doğru yönlendirmek lazım.
Tarih merakınızı pek çekmeyebilir. Doğru, insanlar farklı konulara ilgi duyabilir.
Hukuk ve ceza yasaları merakınızı çekti mi? Yıllarca düşünce suçlularının yargılandığı eski ceza kanunumuzun 141. maddesine hiç baktınız mı? Biraz daha genel alalım, ceza kanunumuzun nereden alındığını biliyor musunuz? Bunları merak ederseniz bir de maddelerin değiştiği ya da eklemeler olduğu dönemlere bakmanızı tavsiye ederim.
Merakınız polisiye olaylara karşı nasıldır? Hiç çözülemeyecek bir cinayeti merak ettiniz mi? Değişen kriminoloji yöntemlerine rağmen hala çözülemeyecek kadar mükemmel bir cinayet var mıdır?
Cinayete mükemmel demek yakışık almamış olabilir ama siz o zaman Thomas De Quincey’in “Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet”ini de merak etmemişsiniz.
Peki cinayet romanlarının ilki hangisidir? Yapmayın canım bunu çoğu kişi bilir. Edgar Alan Poe’nun “Morg Sokağı Cinayeti”. O zaman polisiye romanın tarihi fazla değildir. Peki polisiye roman tarihsel süreçte nasıl gelişmiş düşündünüz mü?
Bunlar güncel olmayan, pek çekici yanı bulunmayan konular. Çekici ve güncel bir konuya bakalım. Cumhurbaşkanlığı seçimi. Neden Cumhurbaşkanlığı bu kadar önemli ya da Cumhurbaşkanı’nın görevleri, yetkileri nelerdir biliyor musunuz?
Cumhurbaşkanı’nın eşinin türbanlı olup olmaması kadar önemli değil mi bu? Peki biraz geriye gitsek ve 12 Şubat 1999’a giderek zamanın Cumhurbaşkanı’nın, Azerbaycan Cumhurbaşkanı’na yazdığı mektubu okusak o zaman belki önem arz eder.
Sizi ne tarih, ne futbol, ne siyaset ne de edebiyat ilgilendirmiyor sadece aşkı mı önemsiyorsunuz? O zaman aşkı merak etmişsinizdir, değil mi? Aşk kelimesi ilk ne zaman bir erkek ve bir kadının birbirleri için hissettikleri duygulara dendi biliyor musunuz? Bu konuyu merak ederseniz karşınıza yine Sanayi Devrimi çıkar, şaşırmayın.
Konular örümcek ağı gibi birbirine bağlanmış ve sürekli etkileşim içindedirler. Tarih bazen fizik ile kesişir, spor ve ekonomi iç içe geçer. Siyasetin ortak olmadığı konu yok gibidir. Merakınız bir konudan başladığı zaman diğer konuları da merak etmemek çok zordur. Cevabı bulduğunuz zaman ise unutmanız zorlaşır.
Bana okulda öğretilenlerin büyük bir bölümünü hiç hatırlamıyorum ancak kendim merak edip öğrendiklerim sürekli aklımda.
Yazının başındaki futbol topu hala aklınızı mı kurcalıyor? Futbol topu 20 altıgen, 12 beşgenden oluşurdu. Son dünya kupasında yapılan toplar ise 14 dilimden oluşuyor. Aklımdayken futbol topu neden siyah beyaz merak ettiniz mi?