9 Aralık 2016 Cuma

Sarraf’ın davasının yeni tarihi Ağustos

New York’ta tutuklu bulunan İran asıllı iş adamı Rıza Sarraf’ın dava tarihleri değişti. Savcılığın itirazını değerlendiren Hakim Richard Berman davayı Ağustos ayına çekti.

8 Aralık’ta sisteme yüklenen belgeye göre 14 Aralık’ta Sarraf’ın bazı avukatlarının banka dolandırıcılığı iddiasına konu olan bankaların da avukatları olduğu için çıkar çatışması duruşması yapılacak.

30 Kasım’da yapılan duruşmada avukatlar iki bankadan Sarraf’ın avukatı olarak hizmet verebileceklerine dair belge getirmişler ancak o sabah 6 bankanın daha avukatlarla ilişkisi olduğu ortaya çıkmıştı.

14 Aralık’ta bu bankalar ile ilgili dava yapılıp, Rıza Sarraf’a durumu anlayıp anlamadığı, savcılık ile iş birliği yapmak isteyip istemediği sorulacak.

Rıza Sarraf’ın Miami Havalimanı’nda tutuklandığı sırada iPhone telefonuna el konması ve şifresinin alınmasıyla ilgili duruşma ise 15 Aralık 2016’dan 24 Nisan 2017 tarihine ertelendi. Bu duruşmada savunma, Sarraf’ın tutuklanması sırasında yer alan FBI ajanını sorgulamak istiyor. Ayrıca yine savunma son duruşmada Rıza Sarraf’a telefon şifresini soran memurun ifadesinin bulunmadığını ve bunun da sağlanmasını istediklerini aktarmıştı.

30 Kasım’da Ekim ayına atılan esas dava ise 21 Ağustos’a alındı. Jürinin belirlenmesinin ardından başlayacak davanın en fazla 3 hafta sürmesi bekleniyor.

Son yapılan duruşmada Sarraf’ın avukatı Benjamin Brafman kendi ekibinden iki kişinin Türkiye’ye giderek olası tanıklarla görüştüğünü aktarmıştı. Ayrıca Brafman davaya hazırlanmak için zamana ihtiyaçları olduğunu, Nisan ayında kendisinin katılması gereken başka dava olduğunu ve jürili duruşmanı Ekim ayında başlamasını istemişti.

Rıza Sarraf’a da durum tercüman aracılığıyla aktarılmış, Sarraf da bu süreyi davaya hazırlanmak için istediklerini ve durumu anladığını söylemişti.


ABD’ye karşı komplo kurmak, İran yaptırımlarını delmek, kara para aklamak, banka dolandırıcılığı ve terör örgütlerine yardım suçlarından Rıza Sarraf’ın ağabeyi Muhammed’in ve iş ortakları Kamelya Cemşidi ve Hüseyin Necefzade’nin 75 yıl hapsi isteniyor.


16 Kasım 2016 Çarşamba

Bharara’dan Erdoğan’a: Sarraf’ın suç ortağı değilsen karışma

New York’ta tutuklu bulunan İran asıllı işadamı Rıza Sarraf davasında, New York Güney Bölgesi Federal Başsavcısı Preet Bharara ve ekibi mahkemeye yeni bir dilekçe sundu.

Dilekçede Sarraf’ın e-maillerinin aranması için temel teşkil eden 17 Aralık fezlekesiyle ilgili kısımlar yer alırken, ayrıca Miami’de Rıza Sarraf’ın iPhone telefonuna el koyan ve şifresini isteyen gümrük memurunun da savunmasına yer verildi.

Rıza Sarraf’ın avukatları savcılığın 23 Eylül 2014 tarihinde müvekkillerinin e-maillerinin aranması için çıkarılan emir ile ilgili olarak itiraz dilekçesi vermişti. Savunma dilekçede yer alan 17 Aralık fezlekesinin internetten bulunduğu ve doğruluğunun araştırılmasını istemişti. Ayrıca fezleke ile ilgili gazetelerde çıkan haberlere de yer verilmişti.

Savcılık ise savunmanın söylediklerinin arama emri alınmasından sonraki tarihlerle alakalı olduğunu belirtti. Savcılık ayrıca Türk politikacıların davanın içine çekilmesinin de doğru olmadığını belirterek, “Bu dava ABD’nin ulusal çıkarları, ulusal güvenliği, banka sahtekarlığı ve para aklamayla ilgili. Bu konuların Türk politikacılar ile ilgisi yok, sadece Sarraf ve suç ortaklarıyla alakalı” dedi.

TÜRK HÜKÜMETİ KARIŞAMAZ
Savcılığın 10 Kasım’da mahkemeye gizli kalmak koşuluyla yazdığı ve 15 Kasım’da mührü kaldırılan bir yazıda ise Türk Hükümeti’nin davaya müdahalesi tartışıldı.

Arama emri için internetten bulunan fezlekeyle ilgili olarak Türk Adalet Bakanlığı’nın aynı siteden fezlekeyi inceleyebileceği aktarılırken, 2014 yılında fezlekeyle alakalı hiçbir işlem yapılmamasına karşılık 2016’da ortaya kimi iddiaların atılması eleştirildi.

Savcılığın 17 Aralık fezlekesini kullanmasının Türk Adalet Bakanlığı tarafından eleştirilmesinin anlamı olmadığı, davada nelerin kullanılıp kullanılmayacağına Amerikan yasaları ile mahkemelerinin karar vereceği ifade edildi.

HÜKÜMET MÜDAHALE ETMEK İSTİYOR
Yazıda ayrıca Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ile yaptığı görüşmede Rıza Sarraf davasından söz açtığı, aynı şekilde Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın da Amerikan Adalet Bakanı Loretta Lynch ile görüşmesinde Sarraf’ın Türkiye’ye iade edilmesini istediği aktarıldı.

Hükümetin bu girişimlerinin tek amacının ileriki safhalarda Türk Hükümeti’nin davaya müdahale edebilmesi olduğu belirtildi.

DİLEKÇEDE SUÇ ORTAKLARI VAR
23 Eylül’de riza_sf@hotmail.com adresinin incelenmesi için mahkemeye sunulan dilekçede 17 Aralık fezlekesinin ve bu bağlamda Rıza Sarraf ile suç ortaklarının yazıldığı kaydedildi.

Sarraf’ın avukatları 17 Aralık fezlekesinin bir internet sitesinden alındığı için doğru olmayabileceğini, en azından Türkiye Adalet Bakanlığı’na arama emri için verilen dilekçenin bir kopyasının gönderilerek konu hakkında bilgi alınmasını talep etmişti. Mahkemenin daha önceden savcılığın savunmaya vereceği belgeleri 3. şahıslar ile paylaşmamasına yönelik emri nedeniyle Sarraf’ın avukatları en azından bu dilekçedeki mührün kaldırılmasını istiyordu.

Savcılığın mahkemeye sunduğu dilekçede 17 Aralık fezlekesinin içerik açısından polis fezlekesine benzediği, yapılan bütün araştırmaların adım adım kaydedildiği, telefon görüşmeleri, ses kayıtları, fotoğraflar ve istihbaratın polis tarafından yapıldığı düşüncesi uyandırdığı belirtildi.

FBI AJANI DOĞRULADI
Dilekçede ayrıca savcılığın ve emniyetin davalara yönelik verdikleri özel sayıların da bulunduğu kaydedildi.

Mahkemeye sunulan dilekçede ayrıca İstanbul’da görevli bir FBI ajanının da arama emri için mahkemeye verilmeden önce 17 Aralık fezlekesine baktığı ve gerçek olduğunu teyit ettiği açıklandı. FBI ajanının savcılık ile yaptığı görüşmede, fezlekedeki numaraların emniyet ve savcılığın kullandığı kombinasyonlar olduğunu doğruladığı ifade edildi.

ERDOĞAN BAYRAKTAR’IN SÖZÜ DİLEKÇEDE
Sarraf’ın 19 Aralık 2013 tarihinde tutuklanmasının ardından gelişen olaylar sonunda hükümetten üç bakanın (Egemen Bağış, Zafer Çağlayan, Muammer Güler) istifa ettiği, bir bakanın da, (Erdoğan Bayraktar) “Başbakan’ın (Recep Tayyip Erdoğan) istifa etmesi gerek” dediği yer aldı.

Rıza Sarraf’ın tutuklanmasının ardından dünya medyasının olayla ilgili haberler yaptığına da yer veren savcılık, ayrıca Sarraf’ın finansal kayıtlarını yakından bilen birinin bir buçuk yıl boyunca her gün uçakla 1000 kilo altın taşındığını aktardığını belirtti.

Tutuklamadan sonra Sarraf’ın verdiği bir röportajda altınların esas sahibi olarak Babek Zencani’yi aktardığı da hatırlatıldı.

Babek Zencani’nin verdiği bir röportajda İran Merkez Bankası’nın parası bittiği zaman yetkililerin kendisine geldiğini, petrol paralarını ülkeye getirmesini istediklerini söylediği açıklandı. Zencani’nin İran’da petrol parasını teslim etmediği için idam cezasına çarptırıldığı hatırlatılırken, Sarraf ile Zencani hakkında Today’s Zaman’da çıkan bir yazı da delil olarak sunuldu.

Bu arada Today’s Zaman haberinin delil olarak konulmasıyla ilgili yazılan dipnotta gazeteye hükümetin kayyım atadığı ve sonrasında yazının dijital ortamdan silindiği, bu sebeple diğer haberler gibi internet bağlantısının verilemediği açıklandı.

ERDOĞAN ABD VE İSRAİL’İ SUÇLADI
İngiliz Telegraph gazetesinin 29 Aralık 2013’te çıkan bir haberinde Sarraf’ın bakanlara verdiği rüşvetlerin, Halkbankası Genel Müdürü’nün evinden ise ayakkabı kutularında paralar bulunduğunun yazıldığı aktarıldı.

Aynı haberde Tayyip Erdoğan’ın soruşturmayı yürüten polis ve savcıları, gazetecileri, Amerika ile İsrail’i kendisini devirmek için plan yaptıkları gerekçesiyle suçladığının yer aldığı da belirtildi.

4000 POLİS GÖREVDEN ALINDI
Yaşanan olayların ardından hükümetin 4000 polis ve savcıyı ya görevden aldığı ya da görev yerlerini değiştirdiği belirtilirken, fezlekenin sahte olduğuna dair kimsenin bir kanıt ortaya koyamadığı da yazıldı.

Savcılık ayrıca başka bir dipnotta da fezlekenin internet sitesinden alınan Can Dündar’ın Cumhuriyet gazetesinin eski genel yayın yönetmeni olduğunu, 2015’te hapse atıldığı, Türkiye’nin basın özgürlüğü konusunda oldukça gerilediğini ifade etti.

FEZLEKEDEKİ DELİLLER ÇÜRÜTÜLEMEDİ
Konuyla ilgili yapılan Meclis soruşturmasında ise taraflar arasındaki ses kayıtlarıyla ilgili olarak, “Türk yasalarında ses kayıtları delil kabul edilmez” denerek delillerin yok sayıldığı aktarıldı. Bugüne kadar yapılan mahkeme ve soruşturmaların hiçbirinde fezlekede yer alan delillerin gerçek olmadığına dair bir delil konamadığı, bu fezlekenin sadece politik söylemler ile kötülendiği belirtildi.

Rıza Sarraf’ın avukatlarının da bu konuda yeni bir delil ortaya koyamadıkları belirtilirken, savcılığa karşı verilen dilekçede yer alan haberlerin hepsinin 23 Eylül 2014 sonrasına ait olduğu belirtildi. Savcılık ayrıca Sabah gazetesi ve Anadolu Ajansı ile ilgili olarak da asılsız spekülasyonlar yaptıklarını, Sabah gazetesinin savcılık ve mahkeme için Fethullah Gülen’in adamları imasında bulunduğunu aktardı.

ERDOĞAN SUÇA KARIŞTI
Savunmanın mahkemeye sunduğu New York Times gazetesine ait bir makalede bilerek çıkarılan bir bölüm de savcılık dilekçesinde yer aldı. Savunmanın yer verdiği makalede Cumhurbaşkanı’nın suçlara dahil olduğu ve bu yüzden davaya karıştığı yorumunun da yapıldığı hatırlatıldı.

Savcılık ayrıca kimi makalelerde 17 Aralık fezlekesini hazırlayanlar ile ilgili olarak Gülen sempatizanı yazıldığını ancak bu kişilerin kim olduğu, bir grubun mu yoksa bütün Adalet Bakanlığı personelini mi kast ettiğinin belirtilmediğini aktardı.

FEZLEKE OLDUKÇA AYRINTILI
New York Güney Bölgesi Federal Savcılığı’nın dilekçesinde 17 Aralık fezlekesinde Sarraf ile iş ortağı Abdullah Happani arasında yapılan görüşmelere ve verilen rüşvetlerin bulunduğu exel çizelgelerine yer verildiği ifade edilirken, savcılığın yaptığı mail incelemesinde de ikilinin bu konularda sık sık mailleştiği kaydedildi.

ARAMA EMRİ HER HALÜKARDA ÇIKARDI
Savunmanın 17 Aralık fezlekesine bağlı olarak e-maillerin aranma emri çıktığı tezine de karşı çıkan savcılık, mahkemenin 17 Aralık fezlekesini kabul etmemesi halinde bile kendilerinin Sarraf’ın finansal işleriyle ilgili oldukça fazla sayıda belgeyi taleplerine ekledikleri ve yine bu arama emrini alacakları kaydedildi.

MICROSOFT İTİRAZ ETMEDİ
Arama emrinin ABD sınırları dışındaki verileri kapsamayacağı iddiasına karşılık olarak da mail hesabının bağlı olduğu Microsoft şirketinin verileri ABD’ye de transfer ettiği, arama emri çıkartılırken şirketin bu duruma itiraz hakkının bulunduğu açıklandı.

Savcılık Microsoft’un arama emri kararının alınmasına ilişkin olarak hiçbir itirazda bulunmadığı ve verileri ABD’ye transfer ederek incelenmesine izin verdiğini yazdı.

SARRAF’IN GELECEĞİ ÖNCEDEN BİLİNİYORMUŞ
Mahkemeye sunulan dilekçelerde Rıza Sarraf’ın Miami’de havalimanında tutuklanması sırasında bulunan FBI ajanı Benjamin Denk, cep telefonlarının araştırılması konusunda uzmanlaşmış savcılık çalışanı Reginald Donaldson ile Gümrük ve Sınır Koruma Şefi Michael E. Kaneris’in ifadelerine de yer verildi.

Denk davanın ilk zamanlarından beri haberi olduğunu ve Sarraf’ın Amerika’ya geleceğini öğrenince tutuklanması için gerekli hazırlıkların yapıldığını anlattı.

Kaneris ise Sarraf’ın gelişinden birkaç gün önce kendisine haber verildiğini ve internette yaptığı araştırmalarda Sarraf ile eşi Ebru Gündeş’in Türkiye’de önemli kişiler olduklarını anladığını açıkladı.

İki görevli de Sarraf’ın tutuklanması ile ilgili rutin prosedürlerin yapıldığını, hatta Sarraf’ın ikinci sorgulamaya alınana kadar FBI tarafından tutuklanacağını bilmediğini kaydetti.

Denk Sarraf’ın üzerinden 100 dolar çıktığını, para dolu çantasının ise Ebru Gündeş’e verildiğini kaydetti.

TELEFON PARMAK İZİ İLE AÇILIYORMUŞ
Dilekçelerde en ilginç bölüm ise Donaldson’un ifadesinde yer aldı. Donaldson iPhone 6’ların şifre ya da parmak izi ile açıldığını anlattıktan sonra Sarraf’ın telefonunun parmak izi ile açıldığını söyledi.

Sarraf aylardır mahkemede telefonunun şifresini gümrük memurlarına verdiğini ancak FBI ile paylaşmadığını, bu yüzden telefonundan çıkacak bilgilerin geçerli sayılamayacağını iddia ediyordu.

MAHKEME 30 KASIM’DA
Davanın hakimi Richard Berman savunmanın Sarraf’ın e-mailleri için arama emri başvurusu sırasında verilen dilekçenin Türk Adalet Bakanlığı ile paylaşılmasını reddederken cep telefonundan çıkan bilgilerin kullanılıp kullanılamayacağına ise 30 Kasım’da yapılacak davadan sonra karar verilecek.

11 Kasım 2016 Cuma

Donald Trump’a başkanlığı getiren strateji

ABD başkanlık yarışında Donald Trump’ın rakibi Hillary Clinton’ı geçmesi neredeyse dünyanın tamamını şoka uğrattı. Kimse kadınları aşağılayan konuşmalar yapan, Başkan seçilirse yasa dışı göçmenleri ülkeden göndereceğini söyleyen, Müslümanların ülkeye alınmayacağını açıklayan, Meksika ile Amerika arasına duvar örmeyi öneren Trump’ın seçileceğini düşünmüyordu.

Peki, Donald Trump nasıl başkan seçildi? Bu durumun sosyolojik değil ama politik açıklaması biraz da Cumhuriyetçi Parti başkan adayının belirlenmesinde yatıyor.

Cumhuriyetçi başkan aday adayları ilk ön seçim için Iowa’ya gittikleri zaman Ted Cruz çoğu kişinin eleştirdiği bir politika izledi. Iowa’daki bütün oy kullanılacak merkezleri ziyaret etme sözü verip, bu sözü tuttu. Ön seçime üç gün kala bütün rakipleri nüfusun yoğun olduğu yerlerde kampanya yaparken Cruz nüfusun kimi zaman 30 kimi zaman da 400 olduğu kasabaları gezdi.

Sonuçta merkezden aldığı oyların üzerine bu küçük bölgelerdeki oylarda eklenince Cruz ilk ön seçimi kazanmış oldu.

Bu seçimde de Trump’ın özellikle Doğu bölgesinde nasıl kazandığına bakınca bu strateji açık bir şekilde görülüyor. Trump belki Cruz gibi her küçük bölgeyi gezmedi ancak oralardan istediğini aldı.

Dediğimi daha açık anlatmak için iki örnek vereceğim. İlki Florida. Swing state olarak adlandırılan ve kimi zaman Cumhuriyetçi Parti’ye kimi zaman ise Demokrat Parti’ye oyların gittiği eyaletin nüfusunun kalabalık olduğu kesimlerde Hillary Clinton oyların büyük bir bölümünü aldı. Ne var ki nüfusun daha az olduğu noktalarda Donald Trump oyların yüzde 80 ila 95 arasında değişen bir bölümünü aldığı için Florida’nın galibi oldu.

Eyaletin en kalabalık yerlerinden biri olan ve 1,8 milyon kişinin yaşadığı Broward County’de Clinton istediği oyu alsa da Florida’da kaybetti.

İkinci örnek ise cumhuriyetçiliği ile bilinen Teksas. Teksas’ı kimin kazandığı açıklanmadan az bir süre öncesine kadar Clinton öndeydi ve bu oldukça ilginç bir durumdu. Kırmızı kale olarak bilinen ve her zaman Cumhuriyetçi olan Teksas’ta Clinton’ın kazanması büyük bir olay olurdu. Clinton’a bu kadar çok oy sağlayan ise eyaletin nüfusunun en kalabalık bölgelerinden San Antonio’dan kendisine gelen oylardı. Tabii eyaletin kalanı genelde koyu Cumhuriyetçi olduğu için Clinton kaybetti.

Bu iki eyalet esasında Trump’ın stratejisini iyi açıklıyor. Oy alabileceğin yerler az da olsa tüm oyları al, o küçük oylar birikip çoğunluğu oluşturur.

Bu nüfusun az olduğu yerlerde yaşayanların genellikle eğitim düzeyi düşük beyaz Amerikalılar olduğu belli oldu. Ancak hepsi de bu tanıma uymuyor.

Amerika’da tanıştığım bir araba tamircisi dostumun birkaç yıl önce anlattığı bir olay ve kısa bir araştırma bunu bana gösterdi. “Eskiden müşteri geldiği zaman arabasını birkaç gün için bırakır ve giderdi. Şimdi gelen ise tek bir noktaya baktırıyor, diğer sorunları söylesek de boş ver diyor” diyerek dert yanmış ve o eski müşterilerin ülkenin iç kesimlerine taşındığını anlatıştı dostum.

Gerçekten de bundan 30 yıl önce ABD’nin orta ve üst sınıfını oluşturan Amerikalıların büyük bir bölümü nüfusun az olduğu iç kesimlerde. Nüfusun yoğun olduğu yerleri göçmenlere ve azınlıklara bırakmışlar gibi. Bu azınlıklar ki Barack Obama’ya 2008 ve 2012’de başkanlığı kazandıran kişilerdi.
Fakat, sekiz sene sonra azınlıklara yenilen beyaz Amerikalılar geri döndü ve Beyaz Saray’ın yeni patronunu belirledi. Bu grubun içinde olan komşum bana yasadışı göçmenleri ülkeden göndereceği için Trump’a oy vereceğini açıklamıştı.

Üç kuşaktır inşaat işiyle uğraşan İtalyan komşum, tıpkı araba tamircisi dostum gibi eskileri anlatarak durumu özetlemişti. 20 yıl önce kazandığı para ile ailesine çok iyi bakarken bugünlerde iş bulmakta zorlanıyordu. İş için saatlik adam başı 7 dolar istediğini ancak göçmenlerin 3 dolar fiyat vererek müşterilerini çaldığından şikayetçiydi.

“Ben” demişti, “İşçilerimin sigortasını, işimin vergisini ödemek zorundayım. Kazaya karşı önemler almam lazım. Ve yanımda çalışanlar işi iyi bilen kişiler olmalı. Ancak göçmenler ne vergi veriyor ne de işçileri sigortalı. İşi de bilmiyorlar. Zaten onların batırdığı işleri düzeltmek için çağrılıyoruz genelde” diyerek derdini anlatmıştı.

Tabii sadece beyaz Amerikalılar değil, artık değişim isteyen, Washington’daki ayrıcalıklı sınıfla ilişkisi olmayan ve sistemi değiştireceğine inanılan Trump başka bir grubun da umudu oldu.

New Hamphire’daki Trump mitingine katılan kimi Amerikalılar Clinton’ın sistemin bir üyesi olduğu için ona oy vermeyeceklerini ve bu yüzden Trump’ı dinlemeye geldiklerini söylemişti. Miting çıkışında ise Trump’ta da aradıklarını bulamadıklarını açıklayıp Libeteryen Parti’nin adayı Gary  Johnson’a oy vereceklerini belirtmişlerdi.

Gerçekten de Johnson Clinton’ın kıl payı kaybettiği çoğu eyaletti yüzde üç ila dört arası oy alarak seçimin kaderini bir anlamda değiştirdi. Tıpkı 2002 yılında Genç Parti’nin merkez sağdan aldığı oylarla AKP’ye hükümetin anahtarını sunması gibi. Bunlarla birlikte oy kullanmayan yüzde 40’ın üzerindeki seçmen de ayrıca Trump’a yarar sağladı.

Amerikalılar özellikle son iki hafta seçimin bir an önce bitmesini istiyordu. Çoğu kişi kötünün iyisini seçmek durumundayız diye dert yanıyordu. Ve kendilerine göre kötünün iyisini seçtiler.

Trump da bu noktada oldukça iyi bir strateji izleyerek küçük bölgelerde oyların çok büyük bir bölümünü alarak yarışı kazanmayı bildi.

Dört yıl sonra yine bu strateji işler mi? Pek sanmıyorum. Sonuçta Trump’ın keskin dilinden dolayı çok alınan ve şu an ülkenin çeşitli kesimlerinde protestolar yapan kişiler ona karşı daha iyi organize olur. Ancak halkın istediği değişimi Demokrat Parti yeteri kadar duymazsa işte yine bir Trump mucizesi karşımıza çıkar.

Amerika bundan 30 yıl önceki Amerika değil. Başkan adayının ten rengi, dini, hangi örgüte üye olduğu çok önem taşımıyor. Değişimden yana ise ve elit kesimin yararlandığı sistemi yıkacağını açıklıyorsa o adayın tıpkı Obama veya Trump gibi kazanma ihtimali büyük. Yeter ki kendi tabanına mesajı istediği gibi ulaştırabilsin.

8 Kasım 2016 Salı

Bharara’dan Sarraf’ın ağabeyine teröre yardım suçlaması

New York Güney Bölgesi Federal Başsavcısı Prett Bharara, Rıza Sarraf’ın ağabeyi Can Sarraf’a (Muhammad Zarrab) da dava açtı. Davada terör örgütlerine yardım, bu örgütler için silah ve mal kaçakçılığı, örgüt üyelerine gizli seyahat imkanı sağlama suçlamaları ile banka dolandırıcılığı, kara para aklama suçlamaları yer alıyor.

Başsavcılıktan yapılan açıklamada Rıza Sarraf ile 2010 yılında Royal Holdingi kuran Can Sarraf’ın kardeşi Rıza Sarraf, Kamelia Jamshidy ve Hossein Najafzadeh ile birlikte terör örgütlerine yardım sağladıkları ayrıca İran yaptırımlarını deldikleri belirtildi.

Başsavcılık Rıza Sarraf, Kamelia Jamshidy ve Hossein Najafzadeh’ın benzer suçlardan yargılandığı bir dava olduğu ve Jamshidy ile Najafzadeh’in kaçak durumda bulunduğunu ifade ederken İran asıllı Türk vatandaşı Can Sarraf’ın da şu an kaçak durumda olduğunu açıkladı.

ABD bankalarını kullanarak işlemler yapıldığı belirtilirken Can Sarraf’ın iddianamesinde ilgi çekici bir fark göze çarpıyor o da Mahan Air ya da Mahan Havayolları. İran’a ait Mahan Air ile İran Devrim Muhafızları üyelerinin güvenlik kontrollerine girmeden seyahat etmesine yardım edildiği, Suriye’ye rahatça girip askeri eğitim vermelerinin sağlandığı ve İran Devrim Muhafızları için silah sevkiyatı yapıldığı iddia edildi.

Mahan Air’in ayrıca aynı şekilde Hizbullah militanlarının da seyahat etmesine, örgüt için silah ve yardım taşınmasına yardım ettiği açıklamada yer aldı.

Toplam 75 yıl hapis istemi

Can Sarraf, Rıza Sarraf, Kamelia Jamshidy ve Hossein Najafzadeh’ın ABD’nin çıkarlarına karşı komplo kurmak, banka dolandırıcılığı, kara para aklama ve İran yaptırımlarını delmekten suçlandığının yer aldığı açıklamada ayrıca bütün suçlamaların maksimum ceza süreleri de verildi. Buna göre ABD’nin çıkarlarına karşı komplo kurmak 5 yıl, kara para aklama ve banka dolandırıcılığı ayrı ayrı 20 yıl, İran yaptırımlarını delmek ise 30 yıl hapis cezası ile cezalandırılıyor.

Savcılık verilecek cezanın mahkeme tarafından verileceğini ve her suçlama için maksimum hapis cezasının da olamayacağını belirtiyor.

ABD’nin Türkiye’ye mesajı mı?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD ziyaretinde Başkan Yardımcısı Joe Biden ile Rıza Sarraf davasını görüşmesi ayrıca Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın Fethullah Gülen ile ilgili görüştüğü ABD’li mevkidaşı Loretta Lynch’e ayrıca Sarraf davasını açıp Türkiye’de yargılanmasını istemesine karşın bu gelişme bir mesaj olarak da yorumlanıyor.

Her ne kadar ABD’de hukuk bağımsız olsa da böylesine önemli ve yurtdışı ayağı olan davalarda federal savcıların Adalet Bakanlığını bilgilendirdiği bir gerçek

Davaya ise Rıza Sarraf’ın davasına bakan Richard Berman’ın bakacağı açıklandı.

Sarraf ailesinden henüz açıklama yok

Konu ile ilgili Sarraf ailesinin görüşünü sorduğum ailenin avukatı Şebnem Eriş ise henüz bir açıklama yapmadı.

13 Ekim 2016 Perşembe

Nükleer kıyamet için gerekenler: Bisküvi, futbol ve sekiz dakika

Kimi zaman gündemin ana maddesi haline gelen ancak kendisini hiç unutturmayan nükleer silahlar için bildiklerimizin esasında çoğunun doğru değil.

Mesela, filmlerde görmeye alışkın olunan şekilde ABD Başkanı’nın bir grup komutan ve danışman ile görüşüp karar alması esasında gerçeği yansıtmıyor. Çünkü başkanın bombaların ateşlenmesi emrini vermek için en iyi ihtimalle sekiz dakika süresi var.

Tabii, ABD bugüne kadar sürdürdüğü, kendisine yönelik bir saldırı olmazsa nükleer silahlarını ilk kullanan devlet olmayacağı politikasını kenara bırakmazsa.

James Martin Nükleer Silahların Yaygınlaşmasını Önleme Merkezi’nden Dave Schmerler ve Jerry Lewis’e göre ABD’ye Rusya’dan nükleer füze atılırsa, bu füzelerin varış süresi 30 dakika. Başkan’ın da bu süre bitmeden ABD’ye ait füzeleri ateşleme emri vermesi gerek. Şayet füzeler atılmış ve ABD cevap vermemiş olursa ülke büyük ihtimalle tarihten silinecek. Nükleer silahların ateşlenmesi emri verilirse bu sefer büyük ihtimal Dünya’nın sonu gelecek.

ABD’nin karar verip, harekete geçmesi için gereken 30 dakikanın nasıl işleyeceği ise oldukça mekanik. İlk dakika Rusya’dan atılan füzelerin gökyüzüne ulaşması. Bu noktada Amerikan uyduları durumu tespit ediyor ve Almanya’da bulunan üsse bir dakika içinde bildiriyor. Almanya’dan Kuzey Amerika Hava Savunma Komutanlığı’na durumun bildirilmesi ise iki dakika alıyor.

Bu andan sonra Beyaz Saray üzerinden Başkan’a ulaşmak ve cevap almak için sekiz dakika kalıyor. Sonrası ise füzelerin hazırlanıp ateşlenmesi.

Beyaz Saray arandığı zaman ise direk Başkan ile bağlantı kurulamıyor. Konuyla ilgili danışmanı bilgilendiriliyor ve onun Başkan ile konuşması bekleniyor. Kısaca sekiz dakikanın birazı da burada gidiyor. Başkan haberi aldığı zaman ise hemen kararı vermek zorunda.

Peki, o sırada Başkan golf oynuyor, duş alıyor veya balık tutuyor ise ne olacak? İşte bu noktada devreye futbol ve bisküvi giriyor.

Futbol, Başkan’ın her zaman yanında bulunan askerin taşıdığı ve içinde nükleer kodların bulunduğu çanta. Diğer adıyla Başkan’ın Acil Durum Çantası. Bisküvi ise ABD’de başkanların üzerlerinde bulundurmak zorunda oldukları, nükleer silahları yetkilendirme kodu.

Barack Obama’nın Hiroşima’yı ziyareti sırasında bisküvi üzerindeydi. Bu açıdan düşünülünce oldukça ilginç bir sahne.

Bisküviyi kaybeden başkanlar da olduğu iddia ediliyor. Mesela Bill Clinton bir sabah yenisini vermek için kendisinden bisküviyi istediklerinde bir süre düşünmüş ve nereye koyduğunu hatırlamadığını söylemiş. İddialar dört ay sonunda bisküvinin bulunduğu yönünde.

Jimmy Carter’ın ise bisküviyi temizlemeye gönderdiği takım elbisesinin cebinde unuttuğu söylenir ancak bugüne kadar kimse bu iddiayı ne kabul etti, ne de reddetti.

Bisküvi Başkan’ın cebinde, futbol da yanında. Yine de Başkan’a durumu söyleyip söylememek insanı zorlayan bir durum. Carter’ın danışmalarından Zbigniew Brezezinski 1979 Kasım’ında gece saat üçte benzer bir telefon almış ve Başkan’ı aramadan önce üç dakika düşünmüş. Üçüncü dakikada ise alarmın yanlış olduğu ortaya çıkmış.

Brezezinski beklediği için o anı mutlu bir şekilde anlatıyor çünkü Başkan bir kere nükleer silahları ateşleme emri verdikten sonra işin geri dönüşü olmuyor. Dünya’nın çeşitli noktalarında bulunan 
Amerikan nükleer füzeleri saptanan hedefleri vurmak üzere hazırlanıyor.

Son dönemde yeniden gündemde olan İncirlik Üssü de bu kıyamet senaryosunda yerini alıyor. ABD Hava Kuvvetleri’nin yıllık bütçesinde yer alan özel silahların maliyeti üzerinden yaklaşık 50 ile 90 arasında nükleer füzenin İncirlik’te bulunduğunu gösteriyor.

Şu an yanlış alarmlar azalmış olsa da sistem değişmemiş durumda. Bütün o modern silah sistemlerine karşın Başkan’ın 30 dakikası var ve bu konuda emri verecek kişi sadece kendisi. Bir kere emri verdiğinde de geri dönüşü yok. 

Merak edenler için aynı sistem Rusya'da da var ve onların da sekiz dakikası bulunuyor. Çantanın adı ise "cheget". O da sadece bir kere aktif hale getirildi. 1995 Ocak ayında ABD ve Norveç'in meteoroloji için attığı füzelerden biri Rusya tarafına sapınca Rus yetkililer bunu bir nükleer saldırı olarak değerlendirdi.

Boris Yeltsin ve kurmayları karşılık verme fikrindeydiler ve sekiz dakikaları bitmek üzereydi. Anlatılanlar Yeltsin'in düğmeye basmak üzereyken son saniyede füzenin denize düştüğü ve yanlış alarm olduğu bilgisinin geldiği yönünde. 

23 Ağustos 2016 Salı

Zarrab: ABD beni yargılayamaz

ABD’nin New York şehrinde tutuklu bulunan İran asıllı iş adamı Reza Zarrab’ın avukatları müvekkillerine karşı açılan davasının neden düşmemesi gerektiğine yönelik savcılık dilekçesine karşı çıktıkları yeni dilekçeyi mahkemeye sundular.

ABD’yi dolandırmak, banka dolandırıcılığı, kara para aklama ve İran yaptırımlarını delmek (Uluslararası Acil Ekonomik Güç Yasası’nı ihlal etmek) suçlamalarıyla karşı karşıya kalan Zarrab’ın davasının düşmesi için avukatları 18 Temmuz’da bir dilekçe vermişti. 8 Ağustos’ta New York Güney Bölgesi Federal Başsavcısı Prett Bharara ve ekibi bu dilekçeye karşılık bir dilekçeyi mahkemeye sunmuştu. Dün Zarrab’ın avukatlarının sunduğu yeni dilekçe ise savcılığın savlarına karşı yazıldı.

Zarrab’ın avukatları ilk dilekçede olduğu gibi savcılığın hem Uluslararası Acil Ekonomik Güç Yasası’nı (IEEPA) farklı yorumladığını hem de ABD vatandaşı olmayan, ABD’de iş yapmamış bir kişinin Amerikan makamları tarafından yargılanamayacağını söyledi.

11 avukat tarafından hazırlanan dilekçede beş nokta üzerinde duruldu. Bu noktaların ilki IEEPA’nın ancak Amerikan vatandaşı olan, Amerika’da iş yapan karşı geçerli olduğu. Zarrab’ın Amerikan vatandaşı olmaması ve yaptığı işlemlerin Amerika ile alakasının bulunmadığı bir kez daha yinelendi. İkinci olarak savcılığın Zarrab’ı İran için ihracat yapmaktan dolayı yargılayamayacağı, yetki alanının bunu kapsamadığı anlatıldı. Ardından kara para aklama, banka dolandırıcılığı ve ABD’yi dolandırma suçlarının da savcılığın yazdığı bir “romanın” parçaları olduğu ifade edildi.

Dilekçede son olarak Reza Zarrab’ın gümrükte el konulan iPhone telefonundan elde edilecek delillerin neden kullanılmaması gerektiği izah edildi.

ULUSAL GÜVENLİĞE DEĞİNİLMEDİ

İran’a yönelik yaptırımların delinmesi her zaman ulusal güvenliği ihlali olduğu ve kefalet davasının başından beri dile getirildiği için bu dilekçede de konuyla ilgili bir bölüm bulunmadı.

Savunma Zarrab’ın İran’ın lehine bir ticaret işlemi yapabileceğini, bu nedenle yargılanmasının mümkün olmadığı tezini yineledi.

Davanın New York’ta açılmasının sebebi yapılan işlemler sırasında arada Amerikan bankalarının da bulunmuş olması. Zarrab’ın avukatları müvekkillerinin Türkiye ile Çin arasında işlem yaparken bu sırada Amerikan bankalarının işlemlere dahil olacağını bilemeyeceğini savundu.

Savcılık 15 gün önceki dilekçesinde iki işlemin İran’a yönelik ticareti kapsadığı anlaşıldığı için ABD bankaları tarafından durdurulduğunu belirtip, Reza Zarrab’ın yaptığı işin farkında olduğunu iddia etmişti.

MEKTUP YİNE GÜNDEMDE

Savcılığın elindeki en önemli delil olan, İran’ın ekonomik cihadına Zarrab’ın katkılarını öven mektup ise yine gündeme geldi. Savunma avukatları müvekkillerinin Farsça bilmediğini ve mektupta imzası olmadığını tekrarladı. Avukatlar belgede ne yazıldığını müvekkillerinin bilmediği ve imzasının da olmadığını hatırlatarak, bu delilin esasında bir anlam ifade etmediğini söyledi.

Dilekçenin temelini oluşturan yetki alanı aşımı ve IEEPA’nın farklı yorumlanması nedeniyle kara para aklama, banka dolandırıcılığı ve ABD’yi dolandırma suçlarının da geçerli olamayacağı iddia edildi.

Yurtdışı işlemlerinin ABD’de etki yaratacağı savına da değinen savunma ekibi, işlemlerin başında Zarrab ve ortaklarının kendi paralarını ortaya koyduklarını, sonuçta bir sorun yaşansa bile bu noktada ABD’de hiçbir bankanın bir kayba girmeyeceğini söyledi.

Daha önceden karara bağlanan davaları örnek gösteren Zarrab’ın avukatları mahkemenin bu davalarda verilen kararlara dikkat etmesini istedi.

GÜMRÜKTE EL KONULAN İPHONE

Davanın son aşamasında belki de en dikkat çekici olan husus ise Zarrab’ın gümrükte el konulan iPhone marka telefonu olmuş durumda.

Reza Zarrab telefonunun şifresini Gümrük ve Sınır Koruma Polisleri’ne (CBP) verdiğini söylemişti. CBP görevlilerinin bu şifreyi FBI yetkililerine ilettiği, Zarrab’ın kendi isteği dışında bu şifre bilgisinin yetkililere ulaştığı söylenerek, telefon elde edilecek delillerin yok sayılması isteği yinelendi.

Savcılık telefon ile ilgili ellerinde arama emri olduğunu, ayrıca CBP yetkililerinin bavul ve çanta gibi elektronik eşyaları da arayabileceğini iddia etmişti. Savunma ise elektronik eşyalarda kişinin özel bilgilerinin bulunacağına dikkat çekerek savcılığın tezinin doğru olmadığını belirtti.

Bharara ve ekibinin ellerinde arama izni olsa da dört haneli şifre olmadan bilgilere ulaşamayacağı da aktarıldı.

AKILLARA SAN BERNARDINO SALDIRISI GELDİ

Savunma ve savcılığın dilekçeleri akıllara San Bernardino saldırısını getirdi. Saldırganın üzerinden çıkan iPhone marka telefonun dört haneli şifresinin kırılması için FBI yetkilileri Apple’a gitmiş ancak ret cevabı almıştı. Bunun üzerine FBI hackerlardan yardım alarak telefonun içindeki bilgilere ulaşmıştı.

FBI her ne kadar bu işlemin sürekli olmasını sağlayacak bir yol bulamadıklarını iddia etse de, Bharara’nın dilekçesinde “şifre söylenmese bile içindeki bilgileri alacaktık, sadece zaman kazandık” bölümü ve şimdi savcılığın şifre olmadan telefondaki bilgilere ulaşılamayacağı iddiası ilgi çekti.

TELEFONDA NELER VAR?

Mahkemeden alınan arama izninde telefondaki Rıza Zarrab, Babak Zanjani, Abdullah Happani, Zafer Çağlayan, Erdoğan Bayraktar, Muammer Güler, Barış Güler ve Süleyman Aslan’ın bilgilerine ulaşılmasına izin veriliyor.

Bu isimler dışında bazı İran şirketleri ve Halkbankası’nın da arasında bulunduğu kimi kurumlar ile ilgili yazışma ve maillerin de incelenmesi arama izni içinde.

SAKLANAN İSİM EGEMEN BAĞIŞ MI?

Arama izninde bir şirket ile bir kişinin adı ise saklanmıştı. 17 Aralık soruşturmasında adı geçen Egemen Bağış’ın burada isminin gözükmemesi, saklanan kişinin o olduğu iddialarını doğurmuştu.

Bağış’ın ABD vatandaşı ye da vatandaş olma hakkı bulunması nedeniyle ayrı bir davanın konusu olabileceği ve IEEPA Anlaşması’nda bahsedilen, yargılanması mümkün kişiler kapsamına girdiği aktarılmıştı.

İRAN VE TÜRKİYE BAĞLANTILARI YOK

Dilekçede en dikkat çeken husus ise savunmanın Zarrab’ın İran ve Türk hükümetindeki bağlantılarına değinmemesi oldu.

Bharara, Reza Zarrab’ın Türk ve İran hükümetindeki üst düzey bağlantıları nedeniyle davanın karışık bir hale geldiğini, esasında bu ilişkilere bakarak davanın daha net anlaşılacağını savunmuştu. Savunma ise bu noktaya hiç değinmeyerek, yetki alanı noktası üzerinde durdu.

SIRA DURUŞMADA

Tarafların dilekçeleri verme işlemleri bitti. Sıra 6 Eylül’de yapılacak olan duruşmada. Bu duruşmada taraflar iddialarını yineleyecekler. Ardından Hakim Richard Berman davanın düşüp düşmemesine karar verecek.

Zarrab’ın avukatlarının özellikle temyiz konusunda uzman olması, davanın düşmemesi durumunda temyize gidileceğinin garantisi olarak görülüyor.

Temyizde de istenilen sonuç elde edilemezse 23 Ocak 2017 günü esas dava başlayacak. Ancak son Zarrab’ın avukatı Benjamin Brafman müvekkiliyle çok sayıda doküman için çalıştıklarını kaydetmiş ve bu tarihin ileri itilmesini isteyebileceği sinyalini vermişti.

İDDİANAME SONBAHAR’DA


Savcılığın Reza Zarrab ve ortaklarına yönelik şu an 1000 sayfayı aştığı iddia edilen iddianameyi ise Eylül – Kasım arası sunması bekleniyor.

9 Ağustos 2016 Salı

Bharara, kanıtlar için esas davayı işaret etti

ABD’nin New York şehrinde tutuklu bulunan İran asıllı işadamı Reza Zarrab’ın avukatlarının davanın düşmesi için verdiği dilekçeye savcılıktan cevap geldi.

Zarrab’ın savunmasını üstlenen avukatlar verdikleri dilekçede müvekkillerine yöneltilen suçlamalarla ilgili olarak kanunların genişletildiğini ve savcılığın gücünü aştığını iddia etmişlerdi.

New York Güney Bölgesi Federal Başsavcısı Prett Bharara ve ekibinin hazırladığı 63 sayfalık dilekçede, Zarrab’a yöneltilen ABD’yi dolandırmak, kara para aklamak, banka dolandırıcılığı ve İran yaptırımlarını delmek (Uluslararası Acil Ekonomik Güç Yasası’nı ihlal etmek) suçlamalarından neden ceza alması gerektiği anlatıldı. Dilekçede ayrıca savunma avukatlarının davanın düşmesi için öne sürdükleri iddialar başka davalar örnek verilerek çürütülmeye çalışıldı.

Savcılık Zarrab’ın dört maddeden neden suçlu bulunması gerektiğini anlatırken dilekçenin son bölümü Zarrab’ın iPhone marka telefonuna ayrıldı.

Savcılığın dilekçesinde Zarrab’ın kanunları ve kendisine yöneltilen suçlamaların yer aldığı iddianameyi yanlış nitelediği savunuldu. Zarrab’ın yaptığı iddia edilen finansal işlemlerin, bazıları İran hükümetine ait İran firmaları yararına olduğu belirtildi.

Savcılık Zarrab’ın yaptığı işlerin farkında olduğunu ve bilerek bu suçları işlediğini de ifade etti. Savcılık dilekçesinde Zarrab’ın malinde imzalaması için tercümesi bulunan ve İran’ın ekonomik cihadına olan yardımlarından dolayı teşekkür edilen açıklama yine yer aldı.

Önceki davalarda Zarrab’ın avukatı Benjamin Brafman müvekkilinin Farsça bilmediğini, bu nedenle mailde yazılanları anlamadığı, ayrıca imzasının da bulunmadığı ifade edip kanıtın kendileriyle bir alakası olmadığını söylemişti.

Dilekçede ABD bankalarının yapılan işlemlerin İran ile ilgili olduğunu bilmeleri halinde bunu yapmayacakları, bu sebepten Zarrab ve şu an aranmakta olan ortakları Camelia Jamshidy ile Hossein Najafzadeh’in bilerek bankaları dolandırdıkları iddia edildi. Savcılık Zarrab’ın yaptığı transferleri iki defa bankaların yasalara aykırı olduğunu fark edince dondurduğunu ancak sanığın bu işlemlere devam ettiğini de ifade etti.

Bharara ve yardımcıları Zarrab’ın yurtdışından bu işlemleri yapmış olmasına karşın sonucun ABD içerisinde bir etki yarattığı ve bu yüzden suç sayılabileceğini söyledi. Savcılık makamı ayrıca ABD Bankacılık sistemi hedef alındığı için Uluslararası Acil Ekonomik Güç Yasası (IEEPA) hükümlerince yasaların sınırlar ötesi kullanıldığı varsayımının yanlış olduğunu belirtti.

Dilekçede davanın merkezinin Zarrab’ın kurduğu yasadışı plan olduğu belirtilerek, Zarrab’ın Türk ve İran hükümetlerinin üst düzey yetkileriyle sıkı bağları ve bankalar sayesinde bu planları uygulamaya soktuğu iddia edildi.

Savcılık ileri sürülen suçlamalar ile ilgili kanıtların ise davada sunulacağını belirtti.

Zarrab’ın iPhone’undan elde edilen kanıtlar
Davanın düşmesi için verilen dilekçede Reza Zarrab’ın Miami’de tutuklanmadan önce, gümrük görevlilerince sorgulanırken telefonunun şifresini verdiği ancak bu şifreyi FBI ajanlarına vermediği, ajanların gümrük görevlilerinden öğrendiği aktarılıp, telefondan elde edilecek delillerin geçersiz sayılması istenmişti.

Savcılık yasalar uyarınca ABD’ye girecek kişilerin, görevliler tarafından ayrı bir sorgu sürecine alınabileceğini ve bu durumun tutuklanma anlamına gelmediğini belirtti. Bir kişinin tutuklandığı zaman haklarının okunması olan ve Amerika’da Miranda Kanunu olarak bilinen durumun ise gümrük sorgu sürecinde gerekmediği anlatıldı.

Bharara dilekçede gümrükte bavulların ve çantaların aranması gibi elektronik aletlerin de aramaya tabii tutulabileceğini kaydetti. Ayrıca FBI ajanlarının Reza Zarrab’ın iPhone marka telefonu için mahkemeden arama izni aldıklarını, yani içindeki bilgilere ulaşmak için yasal izinleri olduğunu tekrarladı. Savcılık şifre olmadan telefondaki bilgilere ulaşmanın daha zahmetli olacağını ancak yine de bu bilgilerin elde edilebileceğini söyledi.

Dilekçede tutuklanma sürecinde bir hata olmadığı da tekrarlandı. Zarrab’ın gümrük sorgusunun ardından kendisinin de önceki dilekçede anlattığı gibi iki FBI ajanı tarafından tutuklandığı, sonrasında başka iki FBI ajanının bulunduğu odaya alındığı ve burada, haklarının okunduğu anlatıldı. Reza Zarrab’ın gönüllü olarak anlattıklarının ardından avukat istediği, bu noktada sorgunun kesildiği belirtildi.

FBI tarafından tutukluk hali için götürüldüğü binada ise sorulan soruların rutin olduğu ve Miranda hakları okunduktan sonra da sorulabileceği kaydedildi.

Dilekçede davanın düşmesi için yapılan başvurunun reddedilmesi istendi.

Şayet savunma ek süre istemezse 19 Ağustos’ta savcılığın dilekçesine karşı cevaben bir dilekçe mahkemeye sunacak. 6 Eylül’de ise savcılık ve savunma mahkemede buluşup, tezlerini son kez aktaracaklar. Bundan sonra mahkemenin hakimi Richard Berman kararını açıklayacak.

Davanın düşmesi talebi kabul edilmezse, esas dava 23 Ocak 2017’de görülmeye başlanacak. Hakim Berman daha önce taraflara kendisinin 2017’den önce de davayı görmeye hazır olduğunu, iki tarafın anlaşması halinde dava tarihinin öne çekilebileceğini söylemişti.

Reza Zarrab’ın avukatı Brafman ise müvekkili ile davaya ilişkin belgeleri incelerken hapishanedeki bilgisayarı kullandıklarını, burada yabancı dillere ait program olmadığı için kimi belgeleri ayıklamanın zaman aldığını söylemiş ve dava tarihini ileri bir zamana taşıyabileceğini sinyalini vermişti.

13 Ocak 2016 Çarşamba

Bilimsel özgürlüğü ayaklar altına almak

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan büyükelçilere yaptığı konuşması sırasında Güneydoğu’da yaşananlara yönelik endişelerini belirtip, operasyonların durdurulmasını isteyen akademisyenleri suçlarken akademik özgürlüğü ve düşünce özgürlüğünü ayaklar altına aldı.

Üniversitelerde, tabii gerçek anlamdaki üniversitelerde, öğretim görevlilerinin düşüncelerini özgürce açıklamalarına izin verilir. Hatta bu desteklenir. Akademisyen sadece kürsüde dersini anlatarak değil, hareketleri ve davranışlarıyla da düşüncelerini pekiştirebilir.

Şimdi akademisyenler düşüncelerini belirtip, ortak bir metnin altına imza atmışlardır. Bu metin hükümetin hoşuna gider ya da gitmez ancak buna saygı göstermek düşer. Metin şayet bir suç teşkil ediyorsa buna da bağımsız mahkemeler karar verir.

Şahsi olarak hiçbir zaman bir metnin nasıl suç teşkil ettiğini anlamamışımdır. Sonuçta içinde yazılanlar hatalıysa, hataların açıklandığı karşı bir metin yazılır.

Bu konuda Almanya’da Adolf Hitler’in “Kavgam” kitabının yeniden basılması ve içine eklenen metinlerle tutarsızlıkların ve yanlışların gösterilmesi son örnektir.

İmzalanan metin üzerinden üniversitelerin bu akademisyenler için bir yaptırım uygulamaya da hakkı olamaz, olmamalıdır.

2000 yılında Edward Sait Lübnan’dan İsrail’in bir sınır karakoluna taş atarken fotoğraflanmıştı. Bu fotoğrafın ortaya çıkmasının ardından öğretim üyesi olduğu Columbia Üniversitesi’nden atılması için bir kampanya başlatılmıştı.

Kampanyaya karşı dönemin rektörü olan Jonathan R. Cole bir yazı kaleme aldı. Bu yazıda Cole, “…Said'in etrafında süregiden son tartışma bizi rahatsız etmemelidir; yeter ki tartışma özgür fikir alışverişine zincir vurma veya Profesör Said'e yaptırım uygulama çanlarını içerir hale gelmesin. Hepimizi ve akademik özgürlüğü tehdit eden işte tam da Said'in ifade özgürlüğünü ya da eleştirilerini sınırlama düşüncesinin kendisidir. Öğretim üyelerimizin görüşlerine yönelik bu tür kısıtlamaların, bu üniversitenin saygın bir özelliği açısından uzun süreli olumsuz etkileri olabilir: Bu özellik, çoğunluğun kabul edilemez görebileceği fikirlere karşı hoşgörü göstermektir. Columbia olarak biz, McCarthy döneminde bile, diğer kurumların yaptığı gibi, farklı siyasi görüşleri bulunan profesörlerimize kısıtlama uygulamak veya onları işten uzaklaştırmak doğrultusundaki baskılara ve telkinlere boyun eğmedik; bugün de ifade özgürlüğünü güvence altına alan tutumumuzdan geri adım atmayız*” diyerek gerçek bir üniversitenin nasıl olması gerektiğini de gösterir.

Bazen bütün dünyanın doğru kabul ettiği gerçeğin yanlış olduğunu söyleme cesaretini göstermek gerekir. Galileo örneğindeki gibi bu kişiye oldukça ağır davalar açılır, sözlerini geri alması istenir. Ne var ki o kişi sözlerini geri alsa da gerçekler değişmez.

Bugün yaşananlarla ilgili imzalanan metin hükümetin hoşuna gitmiyor olabilir. Ancak hükümet kimsenin eleştiremeyeceği, her açıdan doğru bir noktada mı hareket ediyordur?

Ayrıca eleştirilmekten, yaptıklarının doğru olmadığının söylenmesinden neden bu kadar rahatsız oluyor?

Şayet yaptığın işin doğru olduğuna inanıyorsan, ona yönelik eleştirileri, tıpkı Kavgam kitabına yapıldığı gibi gerekirse madde madde çürütürsün. Tabii bunu yaparken dikkatli olmak gerekir, kendimi savunacağım diye dünyaya rezil olmak da var sonuçta.

Türkiye’de pek bilinmiyor ancak akademik dünyada başarı yayınladığın makalelerin uluslararası alanda ne kadar kabul gördüğü ile ölçülür. Uzmanlaştığın konuda bir yazı yazarsın. Seninle birlikte o konuya çalışan kişiler yazdığın makaleye bakar ve hatalıysan acımasızca eleştirir. Hatalarını belirtir. O yüzden kimse kolay kolay çıkıp da bir konu hakkında yarım yamalak bilgisiyle makale yazmaz. Yazarsa da akademik dünyada bir geleceği olmaz.

Bilimsel gerçeklikten uzak, zamanın hükümetinin hoşuna gidecek yönde yazılar yazmaya gerçek anlamda bir bilim insanının eli gitmez. Zaten ona göre bu çok da akıllıca bir iş değildir çünkü gerçek bir bilim insanı para kazanmanın, bir ülkeyi yönetmenin ya da iktidarın hoş çocuğu olmanın peşinde değildir. Gerçek bilim insanı uğraştığı disiplinde bir artı getirmek için ömrü boyunca çırpınır. Bu noktada bazen çalışmalarını, düşüncelerini Edward Said’in yaptığı gibi eylemlere de dökebilir.

Yabancı akademisyenler olur da Türkiye’ye gelirse, düşüncelerini açıklayıp “brifing veremeyecekler”. Sanırım Cumhurbaşkanına da John Stuart Mill’in şu sözünü hatırlatamayacaklar, “Eğer tüm insanlığın, farklı düşünen tek bir kişiyi susturmasını haklı buluyorsanız, gün gelip o tek kişinin iktidarı ele geçirdiğinde tüm insanlığı susturmasına karşı çıkmaya da hakkınız olmaz..."

·  Jonathan R. Cole’un yazısının Türkçe tam metni için http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=164966