29 Mart 2010 Pazartesi

AK Parti ne kadar dürüst?

1982 Anayasası’nın değişmesi söz konusu olunca nasıl bir ülkede yaşadığımızı daha iyi görmeye başladık. Hukukun olmadığı, hukuk eğitiminin bile doğru düzgün yapılamadığı bir sürü durum çıkıyor ortaya.

Hukukun olmadığı; aynı davada iki sanığa verilen farklı cezalardan, taş atan çocuklar olarak tabir edilen yavrulara uygulanan cezalardan ya da dokunulmazlık zırhına sığınanlardan biliniyor.

Hükümetteki AK Parti bir anayasa değişikliği paketi hazırladı ve kızılca kıyamet koptu. Kimileri ben yaptım oldu değişikliğinin kabul edilemeyeceğini söyledi, kimi yeteriz buldu, kimi ise 1982 Anayasası’ndan kurtulmak her şekilde revadır dedi.

Burada ilk göze çarpan ise Anayasa Mahkemesi’nin referandum sonrası bu duruma müdahale edip edemeyeceği yönündeki durum. Kimi profesörler Anayasa Mahkemesi’ni sadece şekil üzerinde oluşacak durumlarda söz sahibi görse de, bazı emekli yargı üyeleri referandumda kabul edilse bile Anayasa Mahkemesi’nin değişikliğe müdahale edebileceğini savunuyor.

Hukukçuların bu birbirleri arasındaki anlaşmazlığı devam etse de esas merak ettiğim AK Parti’nin bu değişiklikleri yaparken ne kadar dürüst olduğu. Yani bir anayasa değişikliğinde olması gereken gerekçeleri yazmadıkları için bu soruya net bir cevap bulamıyoruz.

AK Parti’nin anayasa değişikliğine ilişkin yaptığı çalışmaya baktıysanız ilk başta her şey çok güzel görünüyor. Hele Geçici 15. Madde’nin kaldırılacak olması herkesin zil takıp oynayacağı bir değişim. Parti kapamalar zorlaşsa da orada ufak bir sorun var.

Partilerin kapanmayla ilgili usullerinin yer aldığı 69. madde değiştiriliyor da, 68. maddede yer alan nedenler üzerinde niçin değişiklik yapılmıyor? Ayrıca yapılan değişikliğe göre; mecliste yer alan partiler bir tür dokunulmazlık kazanırken, meclis dışındakilerin bu zırhtan yararlanamayacağı gözüküyor.

Meclis’teki partiler kendileri için kapatma davası açılmak istense bile kurulacak komisyonda hayır oyu kullanıp bazı anlaşmalar yaparak bunu engelleyebiliyor. Ancak meclis dışında kalanlar bu komisyonda yer alamayacakları için bu gibi siyasi anlaşmalardan da mahrum kalıyorlar.

Bu durumun başlıca sorumlusu yüzde 10 barajı. En düşük oy oranı yüzde 30 olan bir partinin bu durumu sorun etmemesi gayet normal. Bu yöntemle ufak partiler meclis dışında kalırken diğerlerinin çıkarabileceği milletvekili sayısı da artıyor. Ancak o baraj sorunu sebebiyle yapılması istenen anayasa değişikliği üzerindeki çekinceler artıyor.

AK parti, parti kapatmalarının zorlaşması konusunda dürüstse şu iki soruya cevap vermesi gerekiyor: Neden 68. maddeye dokunulmuyor ve yüzde 10 barajının indirilmemesinin sebebi ne?

AK Parti’nin dürüst olduğunu göstermesi için gereken bir diğer kanıt da bu değişiklik paketinin neye göre, hangi durumlar gözönüne alınarak hazırladığının açıklaması. Zira bakıldığında bazı sosyal haklar dışındaki maddeler hariç değişikliğin tamamen kendisini korumaya yönelik olduğu gözleniyor.

1982 Anayasası çok mu iyi? Kesinlikle değil. Değişmesi gerekli ama bu yapılırken bir dengenin gözetilmesi de şart. HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısı da değiştirilmeli. “Balyoz Planı” ile ilgili olarak Tümgeneral Abdullah Dalay’ın serbest bırakılması konusunda nöbetçi olan 12. Ağır Ceza Mahkemesi ve Başkanı Oktay Kuban’a ve daha önceki davalarına bakıldığında bu değişimin gerekliliği görülüyor.

Hatırlamayanlar için 2009 yaz kararnamesi ile HSYK tarafından atanan Kuban oldukça ilginç salıverme kararlarının altına imza attı. Bu durumdaki gariplikleri görmemek imkansız. Tabii ki bu durumu düzeltmek lazım, ama bunu yaparken de başka dengelerin bozulmamasına dikkat etmek gerekiyor.

AK Parti’nin dürüst olduğunu göstermesi için kendileri için küçük ama Anayasa için devasa bir-iki değişiklik daha önermesi şart.

25 Mart 2010 Perşembe

Genelkurmay Başkanı cinayet işlerse ne olur?

Anayasa değişiklik teklifi gündemin ana konusu. Bu değişiklik paketinde Anayasa Mahkemesi ile Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısının değiştirilmesi gündemi neredeyse kilitledi.

Her taraf kendi adına bir açıklama yapıyor ama temel nokta hukukun üstünlüğü ve kuvvetler ayrılığı.

Hukukun pek olmadığı, tanımının yapılmadığı bir ülkede yaşarken hukukun üstünlüğünden konuşmak boş gibi geliyor kimi zaman.

Adalet ile hukukun arasındaki o ince çizgiyi bilmeden, bizim adalet anlayışımıza uygun görüneni hukuk olarak algılamak bir sakatlık olsa da biz bu sakatlığı görmeyi istemiyoruz. Sonuçta demokratik cumhuriyetle yönetilen bir ülkede yaşadığımız, padişahın buyruğundan kurtulduğumuz için şanslıyız desek de esasında hepimiz bir padişah olabilmenin yolundayız.

Bir şekilde padişah olsak ya da ülkede sözü geçen modern padişahların yanında yer alabilsek her şey çok güzel olabilir bazılarımız için. Bu bazılarına kendisine demokrat diyen bir kesim de eklenmeli. Sonuçta onların demokrasi anlayışı, halkın değil elitlerin, bir nevi asker bürokrat tayfasının söylediklerinin kabul edilmesi.

Tabii bu arada bu grubun dokunulmaz olması da gerekiyor. Şayet bir gün oraya çıkılırsa, o modern padişahlardan biri olunabilinirse onlara kimse dokunamamalı. İşte bunun için bugünkü modern padişahların dokunulmaz olmasını sağlamak lazım.

Mesela Genelkurmay Başkanı bir savcının görevden atılmasını istediğinde gerekli kurumlar bunu bir emir olarak algılayıp asker olmasalar da yerine getirirler. Sonuçta padişahlık bitti, yaşasın yerine gelen modern padişahlık!

Bir iddianamedeki bir numaralı şüpheli olarak tanımlanan komutanı Genelkurmay Başkanı korursa bunda bir suç yoktur. Ne de olsa modern padişahlara dokunulmaz.

İnsan bazen merak ediyor, acaba modern padişahlardan biri cinayet işlese ne olur. Mesela Genelkurmay Başkanı birini öldürse. Sonra da ona dava açılması için savcılık harekete geçse ne olur?

Ortaya böyle bir savcı çıkar mı?

Mutlaka hukuka saygılı biri çıkacak ve bir iddianame yazacaktır, peki ama Genelkurmay Başkanı onun görevden alınmasını isterse ne olacak? Bu cinayet davasına bakılabilecek bir mahkeme olacak mı? Kim görevdeki bir Genelkurmay Başkanı’nı yargılayacak cesarete sahip olacak?

Tüm halk bu cinayeti gördüğü zaman “Genelkurmay Başkanı da olsa yargılanmalı” derse ne olacak?

Hükümet yine böyle susacak mı? Savcılar, mahkemeler yine böyle sessiz mi kalacak? Milli Savunma Bakanlığı yine görevini yapmayacak, kanunları uygulamayacak mı?

O halkın üstüne, onların çocuklarını yollayarak sindirmeye mi çalışacaklar? Yoksa bu nasıl bir istek diyerek savcıları ve mahkemeleri halkı yargılamak için çalıştıracaklar mı?

Bütün bunlar bir hayal ürünü gibi görünse de insan merak etmeden duramıyor. Bu kadar dokunulmayan, yasaların ulaşamadığı, istediği gibi esip gürleyen modern padişahlar bir gün cinayet işlerlerse ne olur?

Bu ülkeyi seven biri olarak namuslu, hukuktan yana ve cesareti olanların modern padişahlara gerçekleri göstereceğine inanıyorum.

18 Mart 2010 Perşembe

Okuma hakkı

Yaklaşık 13 yıl önceydi. İstanbul Üniversitesi’nde okuyordum ve bir üniversiteli olmaya alışmaya çalışıyordum. O sıralar sınıftaki arkadaşlarla her konu üzerine konuşuyorduk. Kimimiz politikaya, kimimiz sanata daha fazla ilgi duyuyorduk.

Kimi zaman fikir ayrılıklarına da düşsek bir şekilde birbirimizi kırmadan bunun üstesinden geliyorduk. O zamanlar aramızda hepimizin özümüzde aynı olduğunu gösteren değişik bir dil vardı.

O günlerde hayatımda ilk defa sakal bırakıyordum. Sonra bir gün sınıftaki türbanlı arkadaşımızı dersten çıkardılar. Ardından da sakalımız olduğu için ben ve bir gurup arkadaşım derslere alınmadı. Hocalarımız bize her sakalın yasak olduğunu söyledi. Ayrıca türban, başörtüsü, mini etek de yasaklar arasındaydı.

O gün Beyazıt kampüsünde mini etekli, kot pantolon ve v yakalı, türbanlı kızlarla sakallı erkek öğrenciler derslerden hademeler tarafından çıkarıldı. O sırada sınıflarda ders veren öğretim üyeleri neredeyse yokmuş gibi davranıldı.

Ertesi gün sağcısından solcusuna, birbirine ne kadar düşman gözüyle bakan kimse varsa biraraya gelerek bir eylem yapmıştı. Tabii bu beklenmeyen tepkiden sonra da üniversite yönetimi okula alınacak ve alınamayacak kıyafetleri bir daha düzenlemişti.

Ancak o dersten çıkarılmayı, hak ettiğim halde dersime sadece sakalım olduğu için alınamamayı hiç unutmadım. O günden sonra da hangi sebeple olursa olsun okuma hakkı elinden alınan kişiler için kendimce mücadele ettim.

Şimdi okuma hakkı elinden alınanlar üniversite üyeleri de değil. Bir gurup lise öğrencisi ve okuldan tastikname almalarına sebep de “Tekel işçilerine destek vererek slogan atmaları”.

Öğrencinin düşünmesini, ülkedeki olaylara tepkisini göstermesini, kemdisine yanlış gelen uygulamalara ses çıkarmasını istemeyen bir sistem hala varlığını sürdürüyor.

Lise öğrencilerinin düşünmesini, olaylara tepki göstermesini istemeyen bir sistemden ileride nasıl kişiler yaratılak isteniyor onu da merak ederim.

Belki bu öğrencilerin ileride otobüs fiyatlarının sürekli değişmesini protesto eden ODTÜ’lü ağabey ve ablaları gibi olacağı korkusu vardır. Sonuçta bu fiyat farkı olayını protesto eden öğrenciler, otobüsten çıkarıldıktan sonra anında kelepçe takılarak gözaltına alındılar.

İmam hatip liselilerin üniversitelerde kendi istedikleri bölümlerde okumalarını engelleyen sisteme karşı çıkıldığı gibi, tastiknameleri verilen liselilerin durumuna da karşı çıkılacağını hiç sanmıyorum. Ama şayet imam hatip liseliler bir gün hakları için protesto gösterisi yapsalar okuldan ilişikleri kesilir mi onu da merak ediyorum.

Yıllar önce üniversitelerden türban takan öğrenciler çıkarıldı ve hala kazandıkları halde üniversitelere giremiyorlar. Bugünlerde Tekel işçilerine destek veren liseliler okullarından atılıyor. Onlar okullarına dönebilecekler mi belli değil.

Kendinden yana olanları savunarak, düşüncelerine karşı olanların maruz kaldıkları haksızlıklarda sessiz kalmak bir nevi ‘bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’ demeye gelir. İnanıyorum ki çocuklar arasında fark olmadığını, öğretim hakkının kutsal olduğunu düşünenler bu konunun çözüme kavuşması için ellerinden geleni yapacaktır.