19 Ocak 2008 Cumartesi

Bir Güvercin Öldü

Güvercinlere dokunulmazdı. Onlar ne kadar korkarak uçsalar da sahip oldukları bir dokunmazlıkları vardı. Bu Nuh Peygamber zamanından beri böyle gelmişti. Zeytin dalıyla barış yapılmıştı. Hazreti Nuh’un suların çekilip çekilmediğini öğrenmek için gönderdiği karga ve güvercin dönmedikten sonra bu sefer tek başına yolladığı güvercin hem suların çekildiğini hem de barışı simgelemek için ağzında bir zeytin dalıyla gelmişti ve o günden sonra güvercinlere hiç dokunulmamıştı. Güvercinler ise o zamandan beri hep tedirgin yaşamışlardı. Korkarak ama özgürce. O zamandan beri güvercinlere hiç dokunmamıştı çünkü kutsal bir anlaşma vardı ve kutsal anlaşmalara herkes uyardı.

İçimizden biri veya birileri bu kutsal anlaşmayı bozdu. Yavaş yavaş bir güvercin ürkekliğine sahip olmaya başlayan bir barış gönüllüsünü öldürerek bu sözsüz ve yazısız anlaşmayı bozdu içimizde dolaşan bazı kimseler. Türklüğünü savunan ama bunun yanında köklerini de unutmayıp Ermeni olduğunu da belirten bir aydındı Hrant Dink. Çocuklara özgü saf umuduyla ve bitmez tükenmez enerjisi ile hep kendini savundu. Esasında bu sadece kendini savunuş değildi aynı zamanda yaşadığı toprakları, kardeşliği ve özgürlüğü savunuştu. 'Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık' diyerek sevdiği toprakların daha güzel olmasına çalışıyordu. Bunca uğraşına rağmen yanlış anlaşıldığından, daha doğrusu kimi çevrelerce yanlış anlaşılması için uğraşıldığından gitgide bir güvercine benziyordu. Ancak, sahip olduğu içindeki çocuksu iyimserlik ile güvercinlere dokunulmayacağını düşünüyordu. Olmadı. Birileri binlerce yıl sürmüş bu kutsal anlaşmayı bozdu.

Türkler ile Ermenilerin kardeşliğini savunan birini öldürmek kimin işine gelir? Bu cinayet kimlerin ekmeğine yağ sürdü? Türkiye’deki egemenliğinin kaybolmakta olduğunu görenlerin. Önce Kıbrıs sorununu öne attılar, tutmadı. Ardından Kürt sorununu ortaya attılar, yine tutmadı. Şimdi ellerinde kalan son kozu oynuyorlar, Ermeni sorunu. Böylece 'Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur' sözünün doğru olduğunu savunup Türkiye’yi içine kapalı bir hale getirecekler. Kimse onları ve yaptıklarını sorgulayamayacak. O kadar güce bağlılar ki bunun için kutsal anlaşmaları bile bozmaktan çekinmiyorlar.

Güvercinlere dokunulmazdı. Ne kadar ürkseler de, korksalar da onların yaşamasına izin verilirdi. Bu bir anlaşmaydı. Şimdi bu anlaşmaya gölge düştü. Bunu düzeltmek bizim elimizde. Yapacağımız elimize bir zeytin dalı alıp güvercinlere gitmek ve özür dilemek. Bu sırada ben aklımdan Melih Cevdet Anday’ın 'Anı' şiirinden o meşhur dörtlüğü tekrar tekrar geçireceğim: 'Bir çift güvercin havalansa Yanık yanık koksa karanfil Değil bu inanılacak şey değil Apansız geliyor aklıma'

*Bu yazının yazılmasından beri bir yıl geçti ama hala güvercinlere dokunuyorlar.

14 Ocak 2008 Pazartesi

Kelimelerin Yetmediği Şair

Bugün doğum günüm. Sabah erkenden kimse aramadan ve evime gelmeden çıkacağım dışarı. Sabah daha gün ışımaya yeni başlarken. Dünyanın her yerinde sabahlar aynıdır. Fazla bir fark olmaz aralarında, insanı kendine getirir. Sokağımın başına yürüyeceğim, oradan karşıya geçip sokak isimlerini okuyacağım. Tıpkı her doğum günümde yaptığım gibi.
Ve o sokağın başına gelince duracağım. Orada “Taşmektep” yazacak. Bu sokakta eskiden bir okul olduğunu bileceğim. Oradan pek çok ünlü isim çıkmıştır ama benim için en değerlisi Nazım Hikmet. Gariptir doğum günlerimiz arasında da pek fazla bir fark yok.
Nazım 15 Ocak 1902 günü Selanik’te doğdu. Benden bir zaman önce. Babası Hikmet Nazım Bey özgürlük yanlısı ve Abdülhamit karşıtıydı. Annesi Ayşe Celile Hamın da Fransızca bilen, resme ve müziğe karşı yeteneği olan biriydi. Nazım babasının özgürlükçü yapısı, annesinin de sanata olan yeteneğini almıştı. Hikmet Bey ile Celile Hanım 1901 yılının Şubat ayında evlenmişlerdi.
Nazım doğunca Hikmet Bey ticaretle uğraşmak için Selanik’ten babası Vali Mehmet Nazım Paşa’nın yanına Halep’e götürmüştü ailesini. Fakat burada istediği başarıya ulaşamamış ve Nazım Paşa Diyarbakır’a atanınca aile de onunla birlikte gitmişti.
Nazım Bey, Diyarbakır’da sıkılınca ailesiyle İstanbul’a gelmiş, İttihat ve Terakki Fırkasına yakınlık duyduğundan Hariciye Nazırlığına başvurarak Matbuat-ı Umumiye çevirmenliğine atanmıştı. İşler biraz düzelince Göztepe’ye taşındılar.
Nazım Hikmet de bir yıl Fransızca öğretim yapan bir okula devam edip oradan Göztepe’de bulunan Numune Mektebi'ne gitti. Yıllar boyunca birlikte olacağı ama bir gün kadınlarda uzun saçı sevdiği için anlayamadığı bir tartışmaya gireceği arkadaşı Vala Nurettin ile bizim orda ki Taşmektep İlkokulunu bitirdi. Önce Galatasaray Sultani’nin orta kısmına yazılsa da okul pahalı olduğu için Nişantaşı Sultanisi’ne verildi.
Başarılı bir öğrenci olan Nazım o sıralarda ilk şiiri “Feryad-ı Vatan”ı yazmıştı. Tarih 20 Haziran 1329 (3 Temmuz 1913), şiirde Balkan Savaşı sonucunda Osmanlıların yenilmesi ve düşmanların Çatalca’ya kadar ilerlemesine üzülen Nazım’ın vatanı kurtarma isteği yansır.
“Sisli bir sabahtı henüz / Etrafı sarmıştı bir duman / Uzaktan geldi bir ses ah aman aman / Sen bu feryad-ı vatanı dinle işte” şeklinde başlayan şiiri Nazım ilk şiiri olarak kabul etmez. Ona göre ilk şiiri 6 Kanun-ı evvel 1330’da (1 Aralık 1914) yazdığı “Yangın”dır.
Nazım Hikmet’in dayısı ressam, şair Mehmet Ali gönüllü olarak Balkan Harbi’ne girmiş, sonra da Çanakkale’de şehit düşmüştü. Dayısını çok seven Nazım Hikmet bu olay üzerine “Şehit Dayıma” isimli şiirini yazdı. Bu arada kız kardeşinin kedisi için de “Samiye’nin Kedisi” şiirini kaleme almıştı. Şiiri okuyan Yahya Kemal kediyi görünce “Sen bu pis, uyuz kediyi böyle övmesini biliyorsan şair olacaksın!”demişti. Yahya Kemal ile Nazım’ın arasındaki ilişki ileride annesi ile babasının boşanmasına sebep olacaktı.
16 Aralık 1914’de yazdığı “Bir Bahriyelinin Ağzından” şiirini aile dostları olan Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın önünde okuyunca çok duygulanan Cemal Paşa’nın yardımıyla Nişantaşı Sultanisi’nden ayrılarak 962 numarayla Heybeliada Mektebi’ne girdi. Şair Yahya Kemal de burada öğretmendi.
Yahya Kemal, Nazım Hikmet’e şiir konusunda çok yardım etti. 1918’de Yeni Mecmua’da Mehmet Nazım imzasıyla çıkan “Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı” şiirinin pek çok yerini gözden geçirip düzeltti. Fakat Yahya Kemal’in annesi Ayşe Celile Hanım’a karşı hisler beslediği söyleniyordu. Bu söylentiler Nazım Bey ile Celile Hanım’ın arasını açtı. Nazım’ın tüm gayretlerine rağmen boşandılar. Hikmet Bey bir süre sonra Cavide Hanım ile evlendi ve iki çocuğu oldu.
“Canan” diye çağırdığı Celile Hanım’a “Telaki, Erenköy’de Bahar, Bir Tepeden” gibi aşk şiirleri yazan Yahya Kemal ise sözünde durmadı ve onunla evlenmedi. Bunun üzerine Celile Hanım resim öğrenimi için Paris’e gitti.
Nazım Hikmet Bahriye’yi bitirince, Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subaylığına verildi. 1919 kışında bir gece nöbetinde ciğerlerini üşüttü ve zatülcenbe yakalandı. İki ay evde dinlendiyse de gittikçe kötüleşti. Hastanede yapılan muayenesi sonucu subaylığa elverişsiz olduğu ortaya çıktı ve 17 Mayıs 1920’de askerlikten çürüğe ayrıldı.
Delikanlılık çağındaki Nazım tüm hayatı boyunca tadacağı aşk duygusuyla tanıştı. İlk aşkı Marika isimli bir Rum kızıydı. Sonra da eski bir valinin kızı olan Sabiha’ya gönlünü kaptırdı. Onun için “Gözleri Siyah Kadın” şiirini yazdı.
1920 yılında Alemdar dergisinin açtığı şiir yarışmasında “Bir Dakika” şiiriyle birinciliği kazandı. Yazdığı şiirleriyle basında olumlu övgüler almaya başladı.
Ahmet Hamit, Refi Cevat, Halit Fahri, Yusuf Ziya ondan övgüyle söz ediyordu. 1920 yılında “Gençlik” şiirini babasına ithaf etti. Şiiri yazdıktan sonra usulca babasının odasına girip bu şiiri masasına bıraktı ve “milli mücadele”ye katılmak için Anadolu’ya geçti. Yanında arkadaşları Vala Nurettin, Yusuf Ziya ve Faruk Nafiz vardı. 1921’in ilk günü Sirkeci’den kalkan küçük “Yeni Dünya” vapuruyla İnebolu’ya gittiler.
Yusuf Ziya ile Faruk Nafiz’in Anadolu’ya geçişlerine izin verilmeyince arkadaşlarının geri dönmesine rağmen Nazım ile Vala yola devam etti. Ankara’ya ulaştıklarında Matbuat Müdürü Muhittin (Birgen) Bey onları karşıladı. Maarifte çalışmaları istense de ilk başta razı olmadılar. Cepheye gitme işi suya düşünce mecburen kabul ettiler ve 14 Haziran 1921’de Bolu Sultanisi “Kısm-ı iptidai muallimliği”ne atandılar. Nazım burada bir yandan Fransızca'sını ilerletirken diğer yandan yobazlara, gerici ve çıkarcılara karşı “Kara Kuvvet” şiirini yazdı. Türk Ocağı’nın açılışında “Kırk Haramilerin Esiri” şiirini okuyarak padişah yanlılarının düşmanlığını kazandı.
Bir gün Nazım ile Vala, Rusya’ya gitmeye karar verdi. Trabzon’a gidip valiye Batum yoluyla Kars’a oradan da Kazım Karabekir’in bölgesinde çalışmaya gitmek istediklerini söylediler. Valinin dedesinin Nazım Paşa’yı tanıması sonucu onay alarak İtalyan vapuru Kornilov ile 30 Eylül 1921’de Batum’a ulaştılar. Burada sıkıntılı günler geçirirken Şevket Süreyya’ya rastladılar. Üçü birlikte Kunt Üniversitesi’ne yazıldılar. Burada çeşitli uluslardan gelen gençlerle tanışıp Fransızca'larını ilerleterek Rusça çalışıp ekonomi politik öğrendiler. Nazım ile Vala burada kızların saçı yüzünden tartışır. Vala, Nazım’ı geri kafalılık ve kontrevolüsyoner olmakla suçlar. Neredeyse yumruk yumruğa kavga edecekleri sırada olayı gören bir profesörün araya girmesiyle tartışma sona erer.
Rusya’da o sırada devrimin ateşi yanmaktadır ve sançtılar için tam bir cennettir. Nazım bu havadan çok etkilenir. Bu sırada gençliğinde Nişantaşı’nda tanıştığı Nüzhet Hanım Moskova’dadır. Esasında Nazım yazdığı mektuplarla onu çağırmış Nüzhet Hanım’ın ailesi de kızlarının Moskova’da okumasına ses çıkarmamıştır. Burada ikisinin dostluğu ilerler ve evlenirler. Ancak Nüzhet’in sağlığı bozulunca Bakü’deki amcasına gider. Hastalığı ilerleyince de Avrupa’daki Tarta Senatoryumu’na... Burada evliliğini uzun uzun düşünüp Nazım Hikmet’in “Mavi Gözlü Dev” şiirinde belirttiği nedenlerden dolayı ayrılırlar. “O mavi gözlü bir devdi / Minnacık bir kadını sevdi / Kadının hayali minnacık bir evdi / bahçesinde ebruli, hanımeli açan bir ev”. Aslında Nazım bu şiiri boşandıktan sonra Beyoğlu’nda Nüzhet’in kendisini görüp başını çevirmesi üzerine yazar.
Nüzhet’ten ayrıldıktan sonra üniversiteden sarı saçlı, mavi gözlü Liyolya’ya yakınlık duyar. Bu arada yazdığı oyunlar sahnelenir, şiirleri basılır. Yıl sonunda Türkiye’ye geri dönmesi gereklidir. Liyolya’ya kendisini aldıracağını söyler ama Odessa’ya gelen sevgilisi sınırı geçemez.
İstanbul’a dönünce babasının yanına taşınır. 21 Ocak 1925’de çıkmaya başlayan Orak-Çekiç gazetesinde yazmaya başlar. Ocak ayı nedense Nazım’ın hayatında hep dönüm noktalarına denk gelir. Belki tesadüf belki de kader. Orak-Çekiç ile birlikte hayatı boyunca devam edecek polis takibi de başlar. Hem takipten kaçmak hem de örgütsel işler için İzmir’e gider. Polis onu İstanbul’da ararken o, yangı yerinde taştan yapılma, penceresiz bir kulübede kalır. Buradan gece toplantılarına gider ve “Güneşi İçenlerin Türküsü”nü yazar.
Şehy Sait İsyanı nedeniyle çıkarılan Takrir-i Sükun yasası gereği Ali Çetinkaya’nın başkanlığında Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanır ve gıyaben 15 yıl kürek mahkumiyeti alır. İzmir’den İstanbul’a sahte kimlikle gelerek annesinin yaptığı makyaj sayesinde Kırım üzerinden Şefik Hüsnü ile birlikte Moskova’ya gider. Türkiye Komünist Partisi için açılan davada Şevket Süreyya ve Vedat Nedim’in ifadeleri uyarınca gıyaben üç ay mahkumiyet alır. Suçsuzluğuna inandığı halde yapacak bir şeyi yoktur. Bu olaydan sonra Süreyya için “Bukalemun gibidir. Her yerde kullanılmaya uygun bir kişiliği vardır. İnanmış göründüğü zaman hiç inanmadığı zamandır aslında” diyecektir.
Moskova’da iki yıl daha okur ve burada tanıştığı Lena Yurçenko ile 1926 sonunda evlenir. Aynı yıl yeni Türk Ceza Kanunu kabul edilir. 15 yıllık mahkumiyeti bir yıla iner. Eşi Lena ile ülkeye geri dönmek için Türk Sefareti’ne başvursa da sonuç alamaz. Sahte pasaportla Türkiye’ye girer ve Hopa’da yakalanır. Pasaportsuz sınırı geçme suçundan üç gün hapis cezası alıp önceki cezası nedeniyle kelepçeli olarak İstanbul’a gönderilir. Bilekleri kelepçeye alışmaya başlamıştır. Kendisiyle görüşen gazetecilere “hiçbir örgüte mensup değilim. Marksizmin yalnız edebiyattaki tezahüratıyla alakadarım” der.
Verilen iki karar kendisine bildirilince dilekçeli yargılanmaların yüzüne karşı yapılmasını ister. Davaya Ankara’da bakılır. İstiklal Mahkemesi’nin kararı kaldırılsa da sahte pasaport taşımak yüzünden üç ay hapis cezası alır. Hapisteki süresi cezayı geçtiği için serbest bırakılır.
Babası oğlu solcu olduğu için işten atılmıştır. Az bir maaşa Kadıköy’de şimdi opera binası olan Süreyya Sineması’nın müdürlüğünü yapmaktadır.
1929’da “835 Satır” isimli kitabı çıkınca edebiyat dünyası adeta yerinden oynar. Ahmet Haşim bile Nazım’ı alkışlamaktan geri kalmaz. Buradaki şiirler hem biçim hem de içerik açısından Türk şiirine yepyeni bir soluk getirmiştir. Bu arada şiiri yüzünden edebiyat dünyasında eski yeni kavgası da çıkar. Yakup Kadri, Ahmet Haşim, Hamdullah Suphi ve Yusuf Ziya ona şiddetle saldırırken Nazım taşlama şiirleri “Cevap No.1, Cevap No. 2, Cevap No. 3” ile karşılık verir. En büyük kavgasını ise bir dönem kendisini koruyan Peyami Safa ile yapar. İlk çalışmalarını Nazım’a adayan Peyami daha sonra en azılı düşmanlarından biri olur. Aşk ve nefret çok yakın duygular değil midir? Bazen en büyük kavgalardan büyük aşklar doğduğu gibi büyük sevgilerden ömür boyu sürecek kavgalar da çıkmıştır.
1930 yılında kız kardeşinin arkadaşı Hatice Zekiye Pirayende ile tanıştı. O zaman Piraya Hanım evli ve iki çocuk annesiydi. Ancak kocası onu ve çocukları bırakıp Mısır’a gitmişti. Nazım ilk görüşte âşık oldu ama sevdiğine kavuşması için biraz daha vakit vardı.
Babası Nazım Bey 1932 Mart’ında bir köpek tarafından ısırılınca kuduz iğnesi yaptırır. Daha sonra yolda bir arabadan kaçmak isterken kafasını vurunca bu sefer de tetanoz iğnesi yaptırır. Ancak aynı gün yapılmaması gereken iğneler sebebiyle eve ateşler içinde gelir. Süreyya Sineması’nın patronu Süreyya İlmen hesap istemek için eve geldiğinde cevap verecek halde değildir. Süreyya İlmen evden sinirle çıkmış oysa Nazım Bey bitkin düşmüş ve oğlunun dizinde ölmüştür.
Bu olay üzerine Nazım “Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye” şiirini yazar. Süreyya İlmen bu şiirde kendisine ve ölü babası Rıza Paşa’ya hakaret olduğu iddiasıyla dava açar ama ilk başta davayı kazansa da yargıtay kararı bozar.
Bu arada “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?” kitabı çıkmış, mart ayında “Kafatası”, kasımda ise “Bir Ölü Evi” oyunları sahnelenmiş ve büyük beğeni kazanmıştır.
Bir sonraki yıl İstanbul duvarlarına asılan ilanların Adana, Bursa ve Edirne illerini de kapsayan bir örgütün işi olduğu, Nazım Hikmet’in de bu örgütün üyesi olduğu gerekçesiyle açılan davada gözaltına alınır. 31 Mayıs’ta Bursa cezaevine nakledilerek 146 ve 147. maddelerden hakkında idam istenir. Mahkeme ve yargıtay arasında gidip gelen kararlar neticesinde 4 Ağustos 1933’de dört yıllık mahkumiyet alır.
Cumhuriyet’in onuncu yılı nedeniyle çıkan af kapsamında cezasının üç yılı düşer. Yaklaşık bir yıl hapis yattıktan sonra dışarı çıkar. İş bulmakta zorlanınca Orhan Selim adıyla yazılar yazmaya başlar. Ancak ihbarlar gelince kimliğini açıklamak zorunda kalır. Sanki gizli bir el hep peşindedir ve hep boşluğunu yakalamaya çalışır.
31 Ocak 1935’de Piraya Altınoğlu ile Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde evlenir. İpek Film’de çalışmaya başlar. Burada kendisini Kara Harp Okulu’ndan Ömer Deniz adında bir öğrenci üniformasıyla görmeye gelir. Nazım onu kovup Emniyet’i arayarak “Şimdi de askeri elbiseyle mi çıkıyorsunuz karşıma. Beni rahat bırakın” der. Ancak Harp Okulu Davası’nda bu görüşmelerde Nazım’ın ordu içinden gençleri ilerde komünist devrim için kışkırttığı suçlamasıyla 15 yıl hapis cezası alır. Benzer bir durum “Donanma Davası”nda da olur. Hiç bulaşmadığı işler yüzünden sadece şüphelilerin üstünde şiirleri bulunduğu gerekçesiyle hapse atılır.
Bu zamanlarda en büyük yardımcısı karısıdır. Büyük dayısı, Kurtuluş Savaşı kahramanlarından General Ali Fuat Cebesoy onu kurtarmaya çalışsa da başaramaz. Halbuki Nazım “Kuvay-i Milliye” şiirini yazdıktan sonra dayısından Mustafa Kemal’e okutmasını istemiştir.
İstanbul, Çankırı ve Bursa hapishaneleri birbiri kovalar. Kemal Tahir, Orhan Kemal, A. Kadir ve Balaban’ı bu hapishanelerde yetiştirir. Hapishane’de resim yapan, şiirler yazar; özellikle de Piraye için. Bursa Hapishanesi’nde dokuma tezgâhı bile işletir. Gelen parayı karısına, Kemal Tahir’e ve Orhan Kemal’e verir. En büyük arzusu biricik karısının gelip kendisini görmesidir.
Onca zorluktan sonra 8 Nisan 1950’de açlık grevine başlar. Altmış beş yaşındaki annesi Celile Hanım da 9 Mayıs’ta oğluna destek verir. Bu açlık grevleri Türkiye ve dünyada büyük ses getirir. Sonunda 15 Temmuz 1950’deki af kanunu ile özgürlüğüne kavuşur. 13 yıl hapis yatmıştır.
Piraye’nin son dönemde kendisini ihmal edişi yüzünden gönlü dayısının kızı Münevver’e kaymıştır. Piraye’den ayrılmak ister. Münevver’in kızı sebebiyle kocasıyla barışması ise onu çileden çıkarır.
Sonunda Piraye’den boşanır ve Münevver ile evlenir. Oğlu Mehmet doğar ama bu sırada askere alınma kararı ile karşılaşır. Subayken çürüğe çıkmasına rağmen 50 yaşında er olarak iki sene askerlik vardır önünde. Bu zorluğa dayanamayacağını düşünür. Kulağına kötü söylentiler çalınmaktadır. Üvey kardeşinin nişanlısı Refik Erduran onu bir motorla yurtdışına kaçırabileceğini söyler.
İlk başta bu teklifi reddetse de arkadaşlarıyla konuştuktan sonra kabul eder. 17 Haziran’da bir Romen gemisiyle giderken son defa çok sevdiği ülkesine bakar Nazım. Arkada karısı ve iki buçuk aylık oğlu vardır.
Bükreş’e giden Nazım oradan uçakla Moskova’ya geçer. Burada sevgi gösterileriyle karşılanır. Ancak eski Rusya’dan farklı bir yerdir artık burası. Lenin ile Stalin arasındaki farklar ülkeye yansımıştır. Nazım bütün olumsuzlukları hemen görür ve dile getirir.
O gördüğü haksızlıkları ne pahasına olursa olsun dile getirirdi. Nazım’ın 1929’da partiden atılması zaten bir sorun olmuştu bunun üzerine Rusya’yı eleştirmesi ise tuz biber ekti. 15 Ağustos 1951 günü resmi gazete vatandaşlıktan çıkarıldığı yazdı.
Bu dönemde Bulgaristan’da bulunan Türklere gitme izni verildi, ancak düşünülenden fazla kişi gitmeye kalkışınca durumu düzeltmek için Nazım’dan Bulgaristan’a gitmesi istendi. Rusya’nın boğucu havasından çıkan Nazım burada Türklerle konuştu ve onları gitmemeleri için ikna etti. Ancak kendisine verilen sözlerin tutulmadığını görünce ilerde canı sıkılacaktı.
Nazım Hikmet’in memleket hasretiyle birlikte kalp hastalığı da başlamıştı. İlk enfarktüsü Pekin’de geçirdi. Berlin’de yüreği tekrar sızladı ve Rusya’da senatoryuma yatırıldı. Bura hayatının aşklarından Galina Kolesnikova ile tanıştı. Galina daha sonra Nazım’ın özel doktoru, sekreteri ve sevgilisi olacaktı.
Nazım kendine iki katlı bir ev aldı. İçini Türkiye ve dünyadan gelen eşyalar doldururken duvarlara Münevver ile Mehmet’in fotoğraflarını astı. Galina ilk başta bu ilişkinin birkaç aydan fazla süreceğine ihtimal vermese de yedi yıl sürdü ilişkileri. Nazım oğlunun ve karısının Türkiye’de yaşadıkları hayatı öğrendikçe kahroldu.
1953’de kalbi durunca klinik olarak öldü. Yanında Doktor Galina vardı, sevdiği kadının kalbine yaptığı adrenalin iğnesi onu hayata döndürdü.
Stalin’in ölmesi ortamı biraz rahatlattı. Nazım dönemi anlatan İvan İvanoviç oyununu yazdı. Ancak oyun ikinci gecesinde yasaklandı. Nazım bu yasaklama üzerine intihara teşebbüs etti. Galina onu yine kurtardı, son kez...
Nazım bir anda yeniden gençleşti, çünkü hayatına yeni bir aşk girmişti, adı Vera idi. Evli, çocuklu ve Nazım’dan 30 yaş küçük bu kız hayatını bir anda değiştirdi. Doktor bu kalple âşık olursan ancak üç yıl yaşarsın demişti, onun sözünü kabul etti. Galina’ya hiç şiir yazmamasına karşın Vera’ya sürekli şiir yazıyordu. Yeni aşkını bir dakika bile yalnız bırakamıyor ve hep onunla olmak istiyordu. 18 Kasım 1960’da evlendiler. Balaylarını Paris’te yapan çift Abidin–Güzin Dino çiftiyle burada tam 40 gün kaldı.
Nazım hayatının artık sonlarına geldiğini fark ediyordu, tek endişesi ise geride bıraktığı karı ve oğluydu. Sonunda onları da ülkeden çıkarmayı başardı, ama artık evliydi ve durum biraz gergindi. Aile üç gün bir arada oldu. Sonra Nazım oğlu ile Münevver’i dostlarına emanet edip Vera’nın yanına döndü.
3 Haziran 1963 pazartesi sabahı gazeteleri almak için açtığı kapısını bir daha kapayamadı. Doktorun verdiği üç yıl dört ay fazlasıyla yaşanmıştı. Nazım’a muhteşem bir cenaze töreni yapıldı. Hayatının son dönemdeki üç aşkı Münevver, Galina ve Vera cenazesindeydi. Naşı daha sonra Novodeviçiye Mezarlığı’na defnedildi. Vasiyet şiirinde istediği Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülemedi hâlâ…
Sabah soğuk ve ben doğum günümde benimle aynı yerlerde yaşamış büyük şairi düşünüp yola çıkacağım. Bir çınar ağacının yanında şiirlerini okuyacağım. Doğum günümde kimseyle konuşmadan dolaşacağım her yerde bir mısra okuyarak. Sabahların her yerde aynı olduğunu ama memleketin hiçbir yerde aynı olmadığını bilerek savuracağım mısraları havaya.
En sona son şiirini saklayacağım; “Gelsene dedi bana / Kalsana dedi bana / Gülsene dedi bana / Ölsene dedi bana / Geldim / Kaldım / Güldüm / Öldüm”.

13 Ocak 2008 Pazar

Kuyruklu Yıldız'ın Oğlu

Belki koca evrende yalnız olduğumuz düşüncesine çok kaptırdık kendimizi. Bizden başka yaratıkların bulunmadığı inancına iyice inandırdık birbirimizi. Bu yalnızlık bir zaman sonra sıkmaya başladı bizi ve gökyüzünden gelecek arkadaşları bekler olduk. Ancak kimse gelip bize bir “merhaba” bile demedi. Belki de bizim anlayacağımız şekilde söylenmedi bu.
Ben evrende yalnız olduğumuza inanmıyorum. İnancımın temeli de dikkatli bir şekilde bakınca bize gönderilen mesajları anlayabileceğimizden geliyor. Mesela Halley Kuyruklu Yıldızı ile gönderilen o müthiş mesaj.
Bilmiyor musun o mesajı? Bilmiyorsan üzüldüm yok biliyorsan sen de benimle aynı fikirdesin demek ki. Esasında bu mesajları anlamak için biraz dikkat etmek yeterli.
Bundan yıllar evvel 1835 yılının 30 Kasım günü Halley Kuyruklu Yıldızı’nın bize bıraktığı bir mesaj dünyaya ulaştı. Bir bebek ağlamasıydı bu mesajın başlangıcı. Bebeğe Samuel Langhorne Clemens adı verildi. Ailesi onun bir kuyruklu yıldız çocuğu olduğunu bilmiyordu. Bunu dünyaya anlatmak çocuğun görevi olacaktı zaten.
Yedi çocuğun altıncısı olarak kardeşlerinin arasına katıldı. Ne var ki sadece üç kardeşi yaşayabilmişti. Samuel, Florida’da Missouri eyaletinde doğmuştu ama ailesi o daha dört yaşındayken Mississippi Nehri’nin boylarından Hannibal’e taşındı. Burada ileriki yıllarda yazacağı “Tom Sawyer” ve “Huckleberry Finn” için gözlem yapabilme şansını yakaladı. O yıllarda Missouri köleliğin yasal olduğu bir kentti ve Samuel bu konuyu da ileride yazılarında kullanacaktı.
On bir yaşına geldiği zaman babası zatürreeden öldü. Ertesi sene Samuel para kazanmak için bir basımevinde çırak olarak işe başladı. Para kazanma ve zengin olma hayali tüm hayatı boyunca devam edecekti. 1851 yılında ağabeyi Orion’un sahibi olduğu Hannibal Journal gazetesinde dizgici olarak işe başladı. Burada Jush adı altında yazılara yardım ediyor arada da mizahi makaleler yazıyordu. On sekiz yaşına geldiğinde her genç gibi dünyayı tanımak istedi. Ne ilginç değil mi gençlerin çoğu zaman aynı hislerden etkilenmeleri.
Gerçi Samuel dünyayı keşfetmek istiyordu fakat bir yandan da dünyanın kendisini keşfetmesini bekliyordu. Dört sene boyunca New York’tan Philadelphia’ya oradan Cincinnati’ye dolaşıp durdu ve matbaacı olarak çalıştı. Missouri’ye geri döndüğünde Horace E. Bixby’dan etkilenerek Mississippi’de gezinti yapan vapurlarda çalışmak istedi. O zamanlar vapur kaptanları iyi maaş alıyorlardı zira vapurlar ağaçlardan yapıldığı için geceleri herhangi bir gaz lambası yakmak yasaktı. Kaptan nehri çok iyi bilmeli ve en ufak bir akıntı değişikliğini hissedebilmeliydi.
3200 kilometrelik nehrin her yerini öğrenmesi iki senesini aldı. Bu sırada ileride romanlarında anlatacağı yerleri iyiden iyiye öğreniyordu. Kaptan ehliyeti almak için çalışırken en büyük yardımcısı küçük kardeşi Henry idi. Ne var ki bir gece Samuel rüyasında Henry’nin çalıştığı geminin yandığını ve kardeşinin öldüğünü gördü.
Bu rüyadan çok etkilense de kardeşine tam anlatamadı. Rüyanın üstünden bir ay geçmişti ki 21 Haziran 1858 günü Henry’nin çalıştığı vapur aynı rüyadaki gibi yandı ve kardeşi öldü. Halley’in çocuğu bazen geleceği görebiliyordu. Kardeşinin ölümünden kendisini bir parça sorumlu tutan Samuel bu olayın etkisiyle parapsikolojiye eğildi.
Yirmi dört yaşına geldiğinde kaptan ehliyetini almış ve nehirde vapurları gezdiren biriydi. Amerikan İç Savaşı çıkıp nehir gezileri yasaklanana kadar bu işi yapmaya devam etti.
Savaş çıkınca Samuel ve arkadaşları Konfederasyon askerleri arasına karıştılar ve dağılmadan önce iki hafta talim şansı buldular. Askerliği ardından Samuel, Nevada’ya vali olarak atanan ağabeyi Orion’un yanına gitti ve iki kardeş bir süre posta arabasıyla bölgeyi gezdi.
Samuel’in gezisi Nevada’da gümüş madenleri bölgesine kadar devam etti ve burada zengin olma hayaliyle madenci oldu. Onun madencilik macerası da tıpkı Kazancakis’in “Zorba” kitabına benzer şekilde bitti. Samuel’in etkileyeceği insanlar vardı ve bunun için madencilik dışında bir iş yapmalıydı. Ne de olsa o bir kuyruklu yıldız çocuğuydu.
3 Şubat 1863 günü edebiyat tarihi için önemli bir gündür. O gün “Carson’dan Mektup” adlı bir makale, Mississippi gemilerinde iki kulaç derinlik anlamına gelen Mark Twain adıyla imzalanmıştı. Mark Twain yerine o güne kadar Josh ve Thomas Jefferson Snodgrass adlarını kullanan Samuel bu tarihten itibaren yazdıklarını hep Mark Twain olarak imzalayacaktı.
Twain bazı gezi yazıları ve makaleler yazarak çeşitli eyaletleri dolaştı. Esas çıkışınıysa 1865 yılında yayımlanan “Claveras Zıplayan Kurbağa Kutlaması” hikayesiyle yaptı. Anlatıda hemen her konuda iddiaya giren Jim Smiley’nin gölde yakaladığı kurbağayı eğittikten sonra girdiği iddialar ve bir yabancıya hile sonucu nasıl yenildiği anlatılıyordu.
Bu yazıdan iki sene sonra yerel bir gazetenin muhabiri olarak Akdeniz’de gemi turuna çıkması istendi. Avrupa ve Ortadoğu’daki gezi yazılarını daha sonra çok popüler olacak “Saflar Yabancı Ülkelerde” kitabında topladı. Bu eserden sonra Amerika’nın en önce anılan güldürü yazarlarından biriydi. Kuyruklu yıldızın çocuğu yavaş yavaş parlıyordu.
Arkadaşı Charles Langdon bir gün Mark Twain’e kız kardeşi Olivia’nın resmini gösterdi. İleriki yıllarda Twain o an için “ilk görüşte aşık oldum ona” diyecekti. Olivia ile Twain 1868’de tanıştı, bir yıl sonra nişanlandı ve Şubat 1870’de New York’ta evlendiler.
Çift bir süre New York’da Buffalo kentinde yaşadı. Twain buradaki gazetenin hem editörü hem de yazarı olarak çalışıyordu. Bu zaman zarfında oğulları Langdon daha 19 aylıkken difteriden öldü.
New York’tan sonra çift Connecticut’ta Hartford’a taşındı ve burada ileride Mark Twain Müzesi olacak evi yaptırdılar. Connecticut günleri Mark Twain için en önemli eserlerinin yayımlandığı ve en zor zamanlarının geçtiği yer olarak hep ayrı bir öneme sahip oldu.
Önce “Tom Sawyer’ın Maceraları” çıktı. Öksüz Sawyer’ın Mississippi boyunca geçen macerası çok sevildi. Bu akıllı, yaramaz ve macera düşkünü çocuk ilk ortaya çıkışından yıllar sonra bile kendisini okuyan birçok kişinin kahramanı oldu. Özellikle bir çiti boyaması istenen Sawyer’ın bunun büyük bir iş olduğunu arkadaşlarına inandırıp, onlardan istediklerini alıp çiti boyamalarına izin vermesi her daim akıllarda kaldı.
Tom Sawyer’ın arkadaşı “Huckleberry Finn’in Maceraları” ise daha sonra geldi. Kimileri bu roman için Amerikan edebiyatının ilk büyük eseridir dedi. Tom gibi yaramaz olan Huck, aynı zamanda biraz daha asiydi ve düzenden hiçbir şekilde hoşlanmıyordu. Temiz çarşaflarla serili bir yatakta yatmaktansa bir fıçının içinde uyumayı tercih eden Huck, saçlarını taramak ve kiliseye gitmekten de hiç haz etmiyordu.
Huckleberry Finn için Ernest Hemingway: “eğer kitabı okursanız Zenci Jim’in çocuklardan çalındığı noktada durun. Hikaye orada biter. Gerisi kandırmacadır” der. Kitabın köleliğin yasal olduğu dönemde geçmesi ve karakterlerden biri olan Jim’e “zenci” denmesi nedeniyle ara sıra yasaklanmalara ya da değiştirilmelere maruz kaldığı oldu.
Huck’dan sonra ise “Mississippi’de Yaşam” geldi Twain’den. Bu arada edebiyat araştırmacılarını ikileme sokacak bir durum vardır. İlk kez daktiloyla yazılan roman olarak Twain Tom Sawyer’ı örnek gösterir ama kimi araştırmacılar Mississippi’de Yaşam’ın tamamen daktiloyla yazıldığını iddia eder. Sonuçta daktiloyla ilk roman yazan yazar Twain olarak anılır ama eser üstünde anlaşmaya varılamaz.
Twain yazı hayatı dışında para kazanmak için çeşitli işlere yatırım yaptı. Ancak bu işlerde pek başarılı olamadı ve her seferinde parasını kaybetti.
Twain’in en yakın dostlarından biri de ünlü bilim adamı Nikola Tesla idi ve ikili Tesla’nın laboratuarında epey vakit geçirdi.
Twain kendi matbaasını da kurdu bir ara ve burada iç savaş kahramanlarından Ulysses S. Grant’ın anılarını yayımladı. Twain’e bu anıların basılmasının kendi iflasını getireceği söylense de “ormanda yangın varken herkes kaçmış ama küçük bir ayı bu yangını söndürmek için var gücüyle uğraşmış. Sonunda başarmışta. Şimdi ona teşekkür etme zamanı” diyerek kitabı basıp yayımladı. Twain’in esas iflasıysa “Papa’nın Hayatı”nı yayımlamasıyla oldu.
Bu mali kriz sırasında yakın arkadaşı Henry Rogers önce Twain’in iflasını açıkladı. Ardından yazılarının haklarını eşi Olivia’nın üstüne geçirtti ve kalan parayı korumaya aldı. Bu şekilde zaman kazanan Twain tüm dünyayı kapsayan bir söyleşi turuna çıktı. Bu tur sayesinde borçlarını ödedi.
Henry Rogers ve Mark Twain poker ve alkol konusunda baya iyi anlaşan iki arkadaştı. Bunun dışında birbirlerine mektuplar yazarlardı. Daha sonradan bulunan mektuplarda Twain’in bilinen espri anlayışının yanı sıra Rogers’ın da iyi bir eğlence anlayışlı olduğu ortaya çıktı.
Twain böylesine yoğun çalışmasına rağmen ailesine de zaman ayırıyordu. Olivia ile üç kız çocukları oldu; Susy, Clara ve Jean. Twain, Susy’nin 1896’da ölümünün ardından derin bir depresyona girdi ve bu ruhsal bunalımlar onu geri kalan yaşamı boyunca ara sıra ziyaret etti. Susy’nin ölümünden on sene sonra biyografisini yazmaya başladı. Bu arada karısı Olivia’yı da kaybetmişti. Oxford Üniversitesi hayatının son yıllarına doğru ona fahri doktora verdi. Tabi Twain’in hayatında ilginç gelişmeler olmaya devam etmekteydi.
Nisan 1907’de Rogers ve birkaç arkadaşıyla birlikte Virginia’daki Jamestown Fuarına gittiler. Dönüşte Rogers’a ait buharlı bir yat olan Kanawha ile dönmeyi planladılar. Ne var ki havanın muhalefeti Rogers ve arkadaşlarını bu fikirden vazgeçtirdi. Grup New York’a trenle dönerken Twain ısrarla yatta kaldı ve deniz yoluyla döneceğini söyledi. Hava düzelince yola çıkıldı ancak bir müddet sonra Kanawha’dan ses çıkmamaya başladı. New York Times Twain’in denizde kaybolmuş olabileceğini yazdı. Twain’in denizde öldüğü söylentisi çıktı. Bu söylentiler arasında yazar güvenli bir şekilde New York’a ulaştı ve durumu hicveden makaleler yazdı.
Halley Kuyruklu Yıldızı tekrardan Dünya’ya yaklaşmaya başlamıştı ve 21 Nisan 1910 günü Samuel Langhorne Clemens olarak başladığı hayatını Mark Twain olarak devam ettiren çocuğunu yanına alıp tekrardan uzaklaştı.
Yetmiş beş sene dünyada kalan ve bu esnada gülmenin güzelliğini, esaretin ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatmaya çabalayan, her daim zengin olmak için uğraşan ancak bunu istediği gibi başaramayan bir adam geçti bu hayattan. Adem ile Havva’nın güncesinden ırmak yaşamının keyfine, asi çocukların eğlenceli maceralarından Kral Arthur zamanına yapılan yolculukları yazdı. Çoğu zaman güldürdü ama düşünerek gülmenin önemini belirterek. Esarete ve insanları esaret altında yaşatanlara hep karşı oldu. Sonunda bir göz kırpması kadar kısa zamanda geldiği yıldıza binerek bizlere gittiği yerlerden şen kahkahalar atıp el sallamaya başladı.
Canın bir gün çok sıkılırsa ve gülümsemeye ihtiyaç duyarsan nerede olursan ol gökyüzüne bak ve el salla. Orada seni gören ve sana el sallayacak biri olacaktır. Tabi meraklı biri gelip ne yaptığını sorarsa yalan söyle. Kuyruklu yıldızın çocuğunun dediği gibi; “Bir açıklama yapmaktansa yedi tane yalan söylemek iyidir”.

12 Ocak 2008 Cumartesi

Futbol Topu, Sanayi Devrimi, Cumhurbaşkanlığı ve Aşk

Toplum olarak meraklı bir topluluğuz. Sadece merak ettiğimiz konular farklı ya da bazen bizim merak ettiğimiz konular dünyada pek merak edilmiyor. Evrensel konulara olan merakımız veya bilimsel merakımız ise maalesef fazla gelişmemiş.
Biz daha çok sokakta tartılan adamın kaç kilo olduğunu merak ederiz, renkli hayatları, futbolcuları.
Futbol da bu ülkenin özellikle erkeklerinin en önem verdiği konulardandır ancak merakımız futbol topunun kaç tane altıgenden oluştuğu üzerine hiç yoğunlaşmamıştır. Futbol topunu ve tarihi düşünsek oradan alacağımız yanıtla bu sefer futbolun tarihini merak edebiliriz.
Futbolun tarihsel gelişimini merak ederken karşımıza İngiliz İşçi Sınıfı çıkar ki oradan da Sanayi Devrimini merak edebiliriz.
Sanayi Devrimi’ni araştırırken başka bir devrim, Fransız Devrim’i bizi çekebilir. Peki bilir misiniz Fransız Devrimi ile Amerika’nın Bağımsızlık mücadelesindeki ortak noktaları?
Fransızlar nasıl Amerika’nın İngiltere’ye karşı ayaklanmasını desteklemişse aynı zamanda İngilizler de el altından Fransız devrimcilerini desteklemişlerdir.
Bunları araştırırken karşınıza Washington, Rochambeau ve Lafayette mektupları çıksa hoş olmaz mıydı? Hele bu mektupları ilk bulan kişi olmanın o hazzı ne de güzeldir, değil mi?
Başka ülkelerin yaptıkları ilgilendirmiyorsa bizi Kurtuluş Savaşı herhalde ilgilendirir. Peki o dönemki Türk – Sovyet ilişkileri ilgilendirir mi? Taksim’de bulunan anıtta Atatürk’ün arkasında iki Sovyet generalinin bulunduğunu bilir misiniz?
İnsan merak edince neler öğreniyor bir bilseniz. Tabi bilimsel merakı doğru yönlendirmek lazım.
Tarih merakınızı pek çekmeyebilir. Doğru, insanlar farklı konulara ilgi duyabilir.
Hukuk ve ceza yasaları merakınızı çekti mi? Yıllarca düşünce suçlularının yargılandığı eski ceza kanunumuzun 141. maddesine hiç baktınız mı? Biraz daha genel alalım, ceza kanunumuzun nereden alındığını biliyor musunuz? Bunları merak ederseniz bir de maddelerin değiştiği ya da eklemeler olduğu dönemlere bakmanızı tavsiye ederim.
Merakınız polisiye olaylara karşı nasıldır? Hiç çözülemeyecek bir cinayeti merak ettiniz mi? Değişen kriminoloji yöntemlerine rağmen hala çözülemeyecek kadar mükemmel bir cinayet var mıdır?
Cinayete mükemmel demek yakışık almamış olabilir ama siz o zaman Thomas De Quincey’in “Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet”ini de merak etmemişsiniz.
Peki cinayet romanlarının ilki hangisidir? Yapmayın canım bunu çoğu kişi bilir. Edgar Alan Poe’nun “Morg Sokağı Cinayeti”. O zaman polisiye romanın tarihi fazla değildir. Peki polisiye roman tarihsel süreçte nasıl gelişmiş düşündünüz mü?
Bunlar güncel olmayan, pek çekici yanı bulunmayan konular. Çekici ve güncel bir konuya bakalım. Cumhurbaşkanlığı seçimi. Neden Cumhurbaşkanlığı bu kadar önemli ya da Cumhurbaşkanı’nın görevleri, yetkileri nelerdir biliyor musunuz?
Cumhurbaşkanı’nın eşinin türbanlı olup olmaması kadar önemli değil mi bu? Peki biraz geriye gitsek ve 12 Şubat 1999’a giderek zamanın Cumhurbaşkanı’nın, Azerbaycan Cumhurbaşkanı’na yazdığı mektubu okusak o zaman belki önem arz eder.
Sizi ne tarih, ne futbol, ne siyaset ne de edebiyat ilgilendirmiyor sadece aşkı mı önemsiyorsunuz? O zaman aşkı merak etmişsinizdir, değil mi? Aşk kelimesi ilk ne zaman bir erkek ve bir kadının birbirleri için hissettikleri duygulara dendi biliyor musunuz? Bu konuyu merak ederseniz karşınıza yine Sanayi Devrimi çıkar, şaşırmayın.
Konular örümcek ağı gibi birbirine bağlanmış ve sürekli etkileşim içindedirler. Tarih bazen fizik ile kesişir, spor ve ekonomi iç içe geçer. Siyasetin ortak olmadığı konu yok gibidir. Merakınız bir konudan başladığı zaman diğer konuları da merak etmemek çok zordur. Cevabı bulduğunuz zaman ise unutmanız zorlaşır.
Bana okulda öğretilenlerin büyük bir bölümünü hiç hatırlamıyorum ancak kendim merak edip öğrendiklerim sürekli aklımda.
Yazının başındaki futbol topu hala aklınızı mı kurcalıyor? Futbol topu 20 altıgen, 12 beşgenden oluşurdu. Son dünya kupasında yapılan toplar ise 14 dilimden oluşuyor. Aklımdayken futbol topu neden siyah beyaz merak ettiniz mi?