27 Nisan 2010 Salı

O artık yok

Gece gündüzki sıcağın aksine soğuk ve hafif yağmurlu bir şekilde gelirken telefona bir mesaj düştü. Mesajla birlikte bir sinir hali. Hani çok sinirlenince, olmasını istemediğimiz bir şey başımıza gelince nasıl tüm iyi yanlarımızdan soyutlanıyorsak öyle bir soyutlanma ve isyan.

Ele bir sopa alıp tüm ortalığı yıkma isteği ve midede bir yanma. Sanki can acısını mide çekiyormuşcasına giderek ekşiyen bir şekilde bir mide yanması ama acının büyüklüğünden o yanmayı duyamamak.

Olanlara inanamayarak yatakta oturdum ve her istenmeyen haberden sonra yapılan, acaba şöyle yapsam nasıl olurdu düşüncesiyle sabaha kadar boğuştum. Uykunun tutmadığı ve kötü geçen gecelerden biriydi.

Gece odamda dolanıp duruken bir yandan da o özlü sözü hatırlıyordum, “Olanla, ölüme çare yok.”

Bu yazıyı okuyanlar dışında pek kimsenin haberi olmayacak onun öldüğünden, hayattan sessiz bir şekilde kaydığından.

Çok fakir bir ailenin küçücük oğluydu o ve hastaydı. Bir şekilde kan arandığını duyup hayatımıza almıştık. Kimimiz onu hiç görmemişti. Görenler ise o şirin bakışlarını bir de ailesinin sefaletini unutamıyordu. Hastaydı ama biz yaşayacağını düşünüyorduk. Sonuçta canlı bir çocuktu ve bir meleği andırıyordu, her çocuk gibi.

Gece hafif soğuk ve yağmurla birlikte gelirken bir mesaj geldi telefona, “O öldü” diyordu kısaca mesaj. Bir anda hayattaki her şey önemini yitirdi. Küçücük bir çocuk ölmüştü.

Kimimiz yemek yiyorduk, kimimiz televizyon izliyorduk. Hayatın içinde giderken kaçınılmaz gerçek çok acı bir şekilde karşımıza çıktı.

Ne yemeğin tadı ne de bir şeyler yapma isteği. Sadece bir kızgınlık ve hesaplaşma vardı. “Acaba başka bir hastaneye yatsaydı yaşar mıydı”, “Acaba daha fazla ilgilenebilir miydik”, “Hayatımızda gereksiz yere harcadığımız o paraların bir kısmını daha iyi bir tedavi için harcayabilir miydik?”

Bazen birine dokununca, o kişiyi hayatınızın bir anına alınca sizin için çok daha farklı oluyor. Ete, kemiğe bürünüyordu. Hayat bir filmse, sizin filminizin bir oyuncusu olarak kendine bir yer ediniyor. O da bizim hayatımızda kısa bir rol aldı. Ancak çok etkili bir roldü. Rolünü oynadı ve aramızdan sessiz bir şekilde çekildi.

Çok şirin bakışları vardı ve fakir bir ailenin oğluydu. Hastaydı ve dün gece bir melek olarak yanımızdan ayrıldı. Onu hayatta tutmaya gücümüz yetmedi, tıpkı gözyaşlarını tutmayı beceremediğim gibi...

21 Nisan 2010 Çarşamba

Adalet görmüyor, duymuyor, konuşmuyor

Son dönemdeki yumruk modasından bahsetmeye gerek yok. Samsun’da Ahmet Türk’e atılan ve arkasında kimlerin olduğu pek getirilmeyen yumruğun ardından kısa sürede devamları da geldi.

Kayseri’de bir şehit cenazesine katılan ve aynı zamanda Kayseri milletvekili de olan Enerji Bakanı Taner Yıldız da bir öğretmenden yumruk yedi.

Daha sonra iki belediye başkanı yumruklu saldırıya uğradı. Yumruk dalgası siyaseti aşıp spor dünyasında bile kendisine yer buldu.

“Kodum mu oturursun” mantığının hakim olduğu, güçlü olmanın öncelikle bilek gücüne baktığı bir ülkede bu modanın tutmaması beklenemezdi. Artık önüne gelen, kızdığı kişinin burnuna bir yumruk atarak modaya uymaya çalışır.

Adaletin olmadığının düşünüldüğü, mafyanın gençleri kendisine hayran bıraktığı, hayatın her alınında şiddeti gördüğümüz bir ülkede bundan beteri olmaz derken insanın içini sızlatan haberler de ortaya çıkıyor.

Hrant Dink’in öldürülmesinde, neredeyse devletin her kesiminin haberdar olup, kimsenini bu cinayete dur demediği defalarca gözler önüne geldi. Tabii adaletin gözleri bağlı olduğu için bir tek o göremedi hala.

Şimdi bir tecavüz davasında benzer bir olay yaşanıyor. Siirt’te 7 genç kızın yaklaşık 100 erkeğin tecavüzüne uğradığı iddia ediliyor. Bu konu hakkında soruşturma başlatılmış, gözaltları ve tutuklamalar olmuş. Ancak neredeyse 10 gün tek haber çıkmamış.

Nedeni bölgedeki erkeklerin Siirt’in adının kötüye çıkmaması için ağız birliği etmeleri. Bir de tecavüz ettiği iddia edilenler arasında saygın kişilerin olması.

Koca şehir daha çocuk sayılacak kızlara tecavüz ediyor, neredeyse herkes bu durumu biliyor ve kimse konuşmuyor. Davaya “gizli soruşturma” ibaresi eklendiği için şu an dillere kilit vurulmuş gibi. Umarım çoğu zaman adaletin diline de vurulan bu kilit bu sefer açık kalır.

Bir de adaletin kulaklarının duymadığı durumlar var. Taş attığı iddia edilip hapse atılan o çocukların feryatları, çığlıkları nedense adaletin kulaklarına gitmiyor. Kimi zaman delil bile olmadan hapse atılan çocuklar için adaletin bir elinde terazi, bir elinde kılıç tutan kolları ne doğru tartıyor ne de doğru bir şekilde kılıcını savuruyor.

Ancak nedense bu çocuklara karşı şiddet gösteren, yumruk atan, onları öldüren kişiler için adalet kıpırtısız kalıyor.

Adalete olan inancımızı uzun süre önce kaybettik, o günden sonra da kendi adaletimizi kendimiz uygulamaya başladık. Adalet üç maymuna benzerken bizde farkında olmadan şiddete alkış tutan, şiddeti öven bir toplum olduk.

Neyse ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) var da, arada bizim adaletimizin, hukuk sisteminin aksaklıklarını yıllar sonradan toparlıyor. AİHM en son olarak Adana’da bir hücre evi baskınında iki gencin kasten öldürülmesinde Türkiye Cumhuriyeti’ni suçlu buldu.

Davada 6 polis yargılanmış, 4’ne 8 yıl hapis cezası verilmiş ama sonra da bu cezalar indirilmişti. Yargıtay’ın da onadığı karar ile kısaca kimse ceza almamıştı. Ancak AİHM bunu doğru bulmadı ve yine cezayı kesti.

Umudum bir gün çocukların iyi eğitim aldığı, çocukluklarını yaşayabildiği, AHİM’de hiç ceza almayan bir ülkeye sahip olmak ama şimdilik bir rüya gibi gözüküyor bu umut.

19 Nisan 2010 Pazartesi

Biz çocuklara ‘haydi dağa’ diyoruz

Önümüzdeki hafta 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Tüm çocuklara armağan edilmiş bu bayramda maalesef bazı çocuklar eğlenemeyecekler. Hatta belki ailelerini bile göremeyecekler. Onlar bir savaşın kendi rızaları olmadan içine çektiği çocuklar.

Kamuoyunda “taş atan çocuklar” olarak da bilinen ve özellikle Güneydoğu ile Doğu Anadolu’da yaşayan çocuklar için öncelikle adil bir yargılama ortamı sağlanmasını isteyen Çocuklar İçin Adalet Çağrıcıları’ndan Lale Mansur ile Mehmet Atak Batı’da sadece münferit gibi görünen olayların içinin çok daha fazla olduğunu belirtiyor.

Onların ve diğer çağrıcıların en büyük hedefi bu mağdurların çocuk olduğu bilincinin tüm Türkiye’ye yerleşmesi.

Çocuklar İçin Adalet Çağrıcıları’na ilk girişiniz nasıl oldu? Çağrıcılar nasıl kuruldu?

Lale Mansur: Bu oluştuktan sonra girdim. İlk başta imzamı vermiştim. Bu dönem televizyonda filan çalışmadığım için daha aktif bir şekilde giriştim.

Mehmet Atak: İlk olarak bu çocukların birinin ablasından bir mektup geldi. Çok etkili, iç acıtıcı bir mektuptu. İsviçre’de sanat tarihi eğitimi alan bir kızdı bu mektubu yazan. Sonra bu mektubu alıp ilgilenen üç dört kişiyi bir araya getirdi bu kız. Sonrada durumun vahametini fark etmeye başladık. Medya bunları hep münferit olarak gösterdiği için fazla bilgimiz yoktu. Ancak hiç de öyle değil. Ben örgütlenme modeli düşündüm ancak STK gibi değil. Yöntem de seneler önce California’da bir oyundayken yaşadığım olaydan aklıma geldi. O zaman idam cezası referanduma giderken, bir Süt Dağıtım Birliği çok yüksek bir zam yaptı. Bunun üzerine insanlar eylemler yapmaya başladı ancak insanlar birleşirken idama karşı mı, yana mı diye sormadı. Sadece bu olgu üzerineydi ve Süt Dağıtım Birliği geri adım attı. Türkiye’de insanlar şu görüş bundan yanadır, bu görüş şundan yanadır dediğinden biz olgu üzerine bir yapılanmaya gidelim dedik. Ve dernek ve STK olmasın dedik. Araştırmalar çok önemli ancak Türkiye büyük ölçüde bir STK çöplüğüne dönmüş durumda. Akut bir şey yapmadıkları gibi fon alıp araştırma yapıyorlar. Halbuki STK’lar esas akut olarak bir şeye dokunmalılar. Raporlar önemsiz demiyorum. Bunun üzerine insanlara tek tek mail atıp çağrıcı olur musunuz demeye başladık ve sonunda şöyle bir yapı ortaya çıktı; Lale’nin bir süre aktif olacak zamanı var o zaman gelip çağrıcılık yapıyor. Onun zamanı kısıtlanınca ya da yorulunca yerine başkası geçiyor.

Hazırlanan yeni yasaya göre çocuk ağır ceza mahkemeleri kurulacak. Ancak bu yasayla Terör ile Mücadele Kanunu (TMK) mağduru çocuklara pek de fazla ceza indiri olmayacağı yönünde bir görüş var. Siz ne diyorsunuz bu konu hakkında?

M.A: Kasım da ilk kez TMK mağduru çocuklar için 3 madde Meclis’e girdi. Bu maddeler meseleyi çözmekten çok uzak, kısıtlı bir iyileştirme içeriyordu. Bu maddelerin biri şu an özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde yargılanan 16- 18 yaş arası çocukların, çocuk ağır cezalarda yargılanmasını getiriyor. Bu ağırlaştırma değil ama Ceza İnfaz Kanunu’na ait maddelerde işbirliğine ilişkin özel yetkili ağır ceza yerine, çocuk ağır cezada aynı maddelerden yargılanması. Bu maddelerin ikincisi, sadece örgüt üyeliğine dair olanda 12-16 yaş arasına yüzde 50, 16-18 yaş arasına da üçte dört ceza arttırımının kaldırılması. Bu medyaya yanlış aktarıldı, “Yarı yarıya indiriliyor” diye. Halbuki bu sadece örgüt üyeliğini kapsıyor. Oysa ki çocuklar yedi, sekiz ayrı maddeden yargılanıyor. Bunun getireceği indirim 12-16 yaşta 20 ay, 16-18 yaşta 30 ay toplam. Mesela diyelim bir çocuk 16 yıl ceza almıştır, bu sadece 7,5 yıla ait olanda indirim de değil, arttırımın kalkmasıydı.

Üçüncü madde de, erteleme, açıklamayı geriye bırakmaydı. Bu ise sadece üç yıl ya da altı ceza almış çocukları kapsıyor ki bu çocuklar mevcudun içinde yüzde 5 bile değil. İlk sefer Meclis’e geldiği zaman MHP ve CHP, “Bu (Abdullah) Öcal’a yeniden yargılanma yolu açıyor” dedi. Bu tümden gerçek dışı. Bu üç maddenin hiçbiri yeniden yargılanma ile alakalı değil. Velev ki olsaydı bile Öcalan’ın bu üç maddeden yeniden yargılanması için mahkeme kararı ile yaşını 18’in altına indirmesi gerekirdi. Ancak malesef iki parti bunu geçirmekten imtina etti fakat daha acısı medya, bunu araştırmadan gerçekmiş gibi yazdı ve kamuoyu da maalesef böyle bildi. Ve gelişmeler bu nedenlerden bir süre durdu.

Bu maddeler Meclis’e ikinci gelişinde kapsam biraz daha genişletildi. Bir şart maddesi eklendi ki, bu Adana’da bir çocuk dışında, yaralama ya da öldürme fiilini işlemiş çocuklar dışında cezaevinden büyük ölçüde çıkmalarını sağlıyor. Misal, cezaevinde yatmak yerine 7 yıl okula devam etme zorunluluğu. Ancak yine de temelden çözmüyor sorunu. AK Parti’nin burada yaptığı çok ciddi bir hata oldu, bunun bir çocuk meselesi olduğunu söylerken, ikisi yürürlükte toplam 11 maddelik bir torba içinde sundu.

Torba içine sokmak Talii Komisyon’un içişleri olmasını gerektiriyor. Bu da çocuktan güvenliğe çekti. Ancak son olarak Lale (Mansur), Mehmet Uçum ve benim Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüştüğümüzde Erdoğan bizi dinledi ve bu 3 maddenin yetersiz olduğunu yani tam bir çözüm getirmediğine sanıyorum inandı ki AK Parti Grup Başkan Vekili Bekir Bozdağ’ı tam çözüm getirecek yeni bir tasarı yapmakla görevlendirdi. Bu çok önemli ancak takibinin yapılması gereken bir adım. TMK’nın 6 maddesi, TSK 226-c ile Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nda çocuk haklarına göre değiştirilmesi gerekiyor.

TMK mağduru ya da halkın söylediği gibi taş atan kaç çocuk var, kesin bir sayı var mı?

L.M: Dört bin civarı

M.A: Tam rakam yok ama dört bini yakalamış hatta geçmiş olabilir.

Aldıkları cezalar ne kadar bu çocukların?

M.A: Bu çocuklar içinde yaklaşık indirimleriyle iki buçuk yıldan, Hakkari’de 90 yıla kadar ceza almış çocuk var. Ancak az önce söylediğim gibi 3 yıl ya da 6 ceza almış çocuk sayısı yüzde 5 değil içlerinde.

Çocuklar için Adalet Çağrıcıları olarak öncelikle bu yasaların düzeltilmesini istiyorsunuz. Esas olarak sonda ulaşmak istediğiniz nokta hangisi?

L.M: Her şeyden önce bunların çocuk olduğu ve böyle cezalar verilemeyeceğinin bilinmesi. Ayrıca toplumda bir duyarlılık ve farkındalık yaratmak. Çok yanlış anlaşmalar mevcut toplumda, “Yüzde 50 indirim geliyor, muhteşem” gibi ama böyle bir durum yok. Medyanın daha duyarlı olmasını bekliyoruz. Sonunda bunlar gerçekten çocuk. Bir çocuk taş attı, polisin gözüne geldi, gözünden yaralandı. Bu ayrı bir durum, cezası da ayrı olmalı. Ancak yine de çocuk olduğunun göz önünde tutulması lazım. Şu anki yapılanlarla yeni bir Diyarbakır Cezaevi yaratılıyor hatta yaratıldı. Çok daha az ilgi duyuluyor bu olaylara Diyarbakır Cezaevi’nde olanlardan.

M.A: Mevcut durumun içinde biz politize olmamış çocuklara “haydi dağa” diyoruz. Bu süreci yaşamış, o travmayı yaşamış çocuğun yüzde 100 iyileşmesi söz konusu değil. Ancak yeni çocuklar buna maruz kalmasın. Yasa çok önemli, en azından hukuki olarak. Mevcut yasa durduğu sürece, devletin ötekileştirme konusu yarın Aleviler ise yüzde 95 Alevi çocukları TMK mağduru olacak, Ermeniler ise Ermeni çocukları olacak. Türkiye’deki bütün çocuklar, mevcut yasalar durduğu sürece potansiyel TMK mağduru çocuklar. Ama yasa yine her şeyi çözmüyor. Bir de yasanın uygulanması diye bir konu var. Yasayı uygulayacak olan zihniyetin değişip, rehabilite olması gerekiyor. Bunu da şöyle söyleyebiliriz; bu rehabilitasyon kelimesi sadece çocuklara psikolojik destek vermek değil. Bunu Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Erdoğan ile yaptığımız görüşmeler de anlattım. Biz bu çocuklara rehabilitasyon adı altında bir turunç fidanıysa portakal aşısı veriyoruz. Sivil Toplum Örgütleri (STK) de, devlet de aynı şeyi yaptı. Alttan turunç dallarını buduyoruz ve ancak o turunç fidanı travesti bir portakal ağacı olduğu zaman izin veriyoruz bahçede kalmasına. Kendi kimliklerinden arındıkları zaman rehabilite ettik diyoruz. Ayrıca rehabilite edilmesi gereken bu çocuklar değil, tüm Türkiye. Bununla ilişki kuran hakimi, savcısı, doktoru, polisi, askeri, öğretmeni, psikologu tümü rehabilite olmadığı sürece zihin olarak süreç eksik kalır.

L.M: Toplum olarak zihinsel bir değişim lazım. O çocuklar işkenceye maruz kalınca psikolojik destek veriliyor ancak bizim toplum olarak rehabilitasyona ihtiyacımız var.

M.A: Bir de maalesef Batı’da bu çocuğu çocuk olarak görüp, kendi çocuğu yerine koymuyor, empati yapamıyor insanlar. Çocuğu geçtim insan olarak görmüyor. Yabancılaştırıyor, tehlike, yaratık olarak görüyor. Bu da 12 Eylül’den sonra geliştirilen bir politikanın ürünü. Nasıl Batı komünizm çöktükten sonra kendi varlığını meşru kılmak için yeni bir tehlike bulmak zorundaydı ve İslami terörü kullanarak bunu yaptı. Türkiye bunu yapamazdı, ikiye böldü. Bir Kürtler dedi terör, bir de irtica dedi dindarlar. Bu inandırılmış bir şey. İstatistiksel bir araştırma yaptık ve Batı’daki farkındalık oranı 17 binde bir TMK mağduru çocuklar için. Bir iki oynamış olabilir ama asla insanlar çocuk olarak bakamıyor. Bunu da en güzel haber ya da yazı değil, okuyucu yorumlar. “O polise taş atsın, biz de besleyelim mi? Yılanın başı küçükken ezilir” gibi. Bu tarz yorumlar net.

Bu çocukların büyük bölümü dışarı çıktıklarında dağa mı gidiyor?

M.A: Maalesef. Ben Cumhurbaşkanı ve Başbakan ile yapılan görüşmelerde bunları anlattım. Mesela bir çocuk iki yıl içerde kalıp çıkıyor. Taş atıp atmaması hiç önemli değil bu süreçte. Davası Yargıtay’a gidiyor ve 20 yıl mahkumiyet için bekliyor. Onanırsa içerde 20 yıl yatacak. O zaman dağa gidiyor. Bir örnekte çocukları dağa gidince ailede gitti ve çocuklarını buldu ama geri getiremediler. Dönmedi çocuk.

Oradaki ailelerin durumu nasıl?

M.A: Annelerin yüzde 90’ı major depresyon içinde. Burada sadece tek olumlu yan, bu çocukların evlerinde daha önceki ataerkil yapı bozulmuş durumda. Anneler hasta olduğu için daha önce çayını dahi almayan babalar yemek yapıp, bulaşık yıkıyor. Anne birden yok oluyor çünkü. Kafası yerinde değil, dalıp gidiyor.

Doğu’da görev yapan hakimlerin ellerinde çok fazla delil olmadan çocukları mahkum ettikleri iddiaları var. Bunlar ne kadar gerçek iddialar?

M.A: Bu çok önemli bir konu. Habur öncesi istatistiksel oran yüzde 57’ydi. Habur sonrası eylemlerden alınan çocuk sayısı biraz artmış olabilir. Hadi şimdi yüzde 55’e indi diyelim bu oran. Bu çocukların yarısından çoğu eylemlerden değil, okul ve evlerinden alınmış çocuklar. Yarısından çoğunun dosyasında hiçbir somut delil yok. Sadece polis ve asker ifadeleri var. Bu da mevcut hukuka aykırı. Mevcut hukuk uygulanıyor olsa savcının iddianame yazamıyor olması lazım, hukuk dışı davranıyor. İddianame yazıldı, mahkemenin kabul etmemesi gerekiyor. Ancak mahkeme kabul ediyor hukuk dışı. Dava açıldı hakimin bu davayı başlatıp devam ettirmemesi gerekiyor hukuk dışı. Devam ettirdi, Yargıtay’ın bunu onamaması gerekiyor, onadı hukuk dışı. Yani yargı son derece bağımsız davranıyor ancak hukuktan bağımsız.

Bu durumlarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) gitmek mümkün değil mi?

M.A: AİHM’den kazanılmış davalar var ama eski davalar. AİHM süreci 4-6 yıla yayılan bir süreç ve iç hukukun tüketilmesi lazım. Şu an sadece Yargıtay’ın onadığı davalar gidebiliyor. Yargılanmanın adil olmadığına dair ara başvurular yapılabiliniyor. Burada da barolardan söz etmek gerekiyor. Barolar Birliği ya da İstanbul Barolar Birliği, Ergenekon sanıklarının tutuklu yargılanma süreçlerinin uzunluğunun insan haklarına aykırı olduğunu söylüyor. Değildir demiyorum. Yargılanmanın en kısa sürede tüm insanlar için bitirilmesi gerekiyor. Bunun için açıklamalar, yürüyüşler yapılıyor. Ne var ki barolar çocuklar söz konusu olunca üç maymunu oynuyor. Bu çocuklar içinde iki yıldan fazla tutuklu yargılanan var. Mesela Diyarbakır Anadolu Lisesi birincisi E. isimli bir kız var. 15 buçuk yıl isteniyor. Batman Fen Lisesi birincisi K. diye bir erkek çocuğu var 42 buçuk yıl isteniyor, iki buçuk yıldan beri içerde. Bu çocuklar tutuklu yargılanıyor ve eğitimleri aksıyor bu sebepten. Eğitim hakkı veriliyor deniyor ama bu kağıt üzerinde bir aldatmaca.

Verdiğiniz iki örnekte de okulların başarılı çocuklarından bahsettiniz. O bölgede başarılı çocuklara karşı da mı bir harekat yürütülüyor demek istiyorsunuz?

L.M: Evet, hani gösteriden değil, gidiyorlar okula bakıyorlar ve “Ben bunu tanıdım, vücut dilinden anladım” denerek içeri alınabiliyor. Evden, okuldan alınıyor. Yüzde 50’den fazlası böyle yakalanıyor. Korkunç bir durum.

M.A: Burada bir strateji var aslında. Ben “haydi dağa” derken bunu gerçek anlamıyla söyledim. Bu çocukların, özellikle bölgenin iyi okullarının iyi öğrencileri seçilmiş olarak alındı bu süreçte. Bunlar belki şöyle algılandı, buradaki savaşın sürmesi. Kim nemalanıyorsa bundan sürmesini istiyor. Başka bir şekilde gelişecek iyi okulların iyi öğrencileri alınıp okullarından, militarize ediliyor ve milliyetçi yapılıyor çünkü o süreç böyle bir süreç. Dağa sonra dağa çıkacak piyonlar haline getiriliyor. Mesela bir çocuğu ilk tutuklanışıyla, tutuklu kaldığı bir buçuk aylık süreç sonundaki görüşlerinizde tümden değiştiğini fark ediyorsunuz. İçerde de kalabilmek için, bir aidiyete sarılması gerekiyor. Bu aidiyet içinde doğal olarak değişiyor. Şöyle bir örnek düşünelim tamamen fantezisel olarak; 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti yerine Kürdiye Cumhuriyeti kurulsaydı, İzmir’de doğan bir Türk çocuğu var ve bazı politikalar sebebiyle Türklerin yaşadığı köyler yakılıp, boşaltılmış. 17 bin tane faili meçhul var, 43 bin Türk öldürülmüş. Babası faili meçhul, ablası hapiste, ağabeyi işkence görmüş. Buna rağmen okumaya çalışıyor ve onu da tutukluyorlar. Bir cins içinde ağır şiddet unsurları olsa da sivil itaatsizlik olarak bakılabilinir.

İçerdeyken nasıl bir eğitim oluyor? Bahsettiğiniz değişim nasıl gerçekleşiyor?

M.A: İçerde büyüklerle temas kurmaları mümkün değil. İçerdeki tek olumlu yan, bu seferde çocuklukları elden gidiyor ama çok ciddi okumalar yapıyorlar. Kafalarına göre karşı milliyetçilik geliştiriyor ve militerize oluyorlar. Yoksa içeride yetişkinler bunlara eğitim veriyorlar söz konusu değil.

Türkiye geneline bakarsak sadece Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da mı mevcut bu durum?

L.M: Hayır ama yoğunluk bu bölgelerde.

M.A: 32 ilde var. İstanbul’da 50’ye yakın çocuk vardı, son süreçte artmış da olabilir. Ankara, Bursa, Muğla, Tekirdağ, Kocaeli, Antalya buralarda da çocuklar TMK’dan yargılanıyor. Batı’daki çocukların ekstra bir problemleri daha var hapishane koşulları. Batı’daki çocukları adli suçla yargılananların arasına birer ikişer serpiştiriyorlar ve diğer çocuklara oradaki infaz memurları tarafından ağır bir Türk milliyetçiliği empoze ediliyor ve infaz memurları ile diğer çocukların maddi, fiziki, manevi baskısına maruz kalıyorlar. Doğu’dakiler toplu yaşadıkları, infaz memurları kent içinde yaşadığı için bu kadara ağır şartlarda değiller. Batı’daki tutuklu çocuklar içinde tecavüze kalkışılmasından, ağır dayak yiyenlere kadar oldu.

Sadece Kürt çocukları mı bunlar?

M.A: Yüzde 95’i. Çok az olarak bazı sol örgütler ve İBDA-C gibi bazı din kaynaklı örgütlerle bağdaştırılmış çocuklar var ama bunların toplam içindeki sayısı yüzde beşin altında. Bu yasayı kimi ötekileştirmek istiyorsanız uygulayabiliyorsunuz.

Bu hafta içinde bir fotoğraf gazetelerde ve haberlerde sıkça yer aldı. Hakkari’de 14 yaşında bir çocuk polisler tarafından yerlerde sürüklenerek gözaltına alınıyordu. Bu fotoğraf medyaya yansıdığı için olay büyüdü. Medyaya yansımayan ve aynı şekilde olan….

M.A: Çok var mesela, geçen 23 Nisan’da F’yi dipçikleyen polis hala görevde. Bunlar maalesef uygulamanın hataları. Mesela, Çocuk Şube’ye giden çocuklar, eğitimini almış polislerle karşılaşınca, “Cennete gelmiş gibi hissettik kendimizi” diyorlar çünkü öncesinde Terör ile Mücadele Şubesi’ne uğruyorlar. Yargılanma süreci dahil bu çocuklarla eğitimini almış polislerin ilgilenmesi gerekiyor. Fakat o dipçikleyen polisin de sertifikası var. İki gün gidip eğitim alıyor, çocuk koruma eğitimi aldığı için bordrosu değişiyor ve maaşı yükseliyor. İki günlük eğitimler. Askerde bu hiç yok. Bu polisler aynen devam ediyor ya da Uğur Kaymaz gibi 12 yaşında sırtından sekiz kurşunla vuran polisler meşru müdafaa denip göreve devam ettiriliyor. Siirt’teki, aracın camından kalabalığa ateş edip, bir kişiyi öldüren uzman çavuş beraat ediyor. Bu çok tehlikeli zira Yargıtay’ın herhangi bir dairesi değil Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararı, yani tam bir emsal. Kararda “bölge koşulları” diye bir yazı. Kararda ayrıca kalabalığın taşlı ya da silahlı olması gerekmediği, oradaki asker ya da polisin, “Bana bir yapabilirler” diye korkması, öldürmesini meşru kılıyor.

Eminim çok örnek vardır ama bu konuyla ilgili aklınızda kalan veya durumu açıklayacak bir örnek var mı?

M.A: Çok var ama mesela 14 yaşında okuldan alınmış ve şu an 16 yaşında olan bir kız çocuğu var. Ailesi birazda dışarı kapalı yetiştirmiş yani olaylardan pek haberi yoktu. Şu an ise çok militer birine dönüşmüş. 19 yılla yargılanıyor. Ben orada gidip evlerde kalıyorum çünkü temas çok önemli, yüzyüze gelince onların çocuk olduğunu anlıyorsunuz. O çocukların yüzde 90’ı geceleri sayıklıyor. Kabuslar görerek, bağırarak uyanıyor. Fiziksel olarak saç dökülmeleri, seri lezyonları görülüyor, hepsi ülser olmuş durumda. Sese, ani harekete aşırı duyarlılar.

Başbakan Erdoğan ile konuşurken, o bu örneklere ne tepki gösterdi?

L.M: Bir saat boyunca dinledi. Açıkçası ben o kadar zaman ayıracağını düşünmemiştim. Ben, Mehmet ve Mehmet Uçum vardı konuşmada.

M.A: Mehmet Uçum bu olayın başından beri hukuki olarak çözüm önerisini hazırlayan kişidir.

L.M: Mehmet Başbakan’a bunu hukuki dile hiç girmeden herkesin anlayabileceği bir sadelikle özetledi. Bunun sonucunda Başbakan, Bekir Bozdağ’a sorunca, Bozdağ’ın da cevabı şu anki uygulamaların ve tasarıların yeterli olmadığı yönünde oldu. Bunla ilgili kurulan Adalet Komisyonu var, başında da Hakkı Köylü, o hazırlanın da çok yetersiz olduğunu belirtti Bozdağ. Bunun üzerine Başbakan, “Böyle yarım yamalak bir şey olmasın, tam çözüm olsun” dedi ve bu görevi Bekir Bozdağ’a verdi. Biz çünkü Başbakan’a, “Bu şekil uygulama ve kısmi çözümlerle olmaz. Görünen sizin bu savaşı bitirmek istediğiniz şeklinde. Bu olaylar savaşı devam ettirmek isteyenlerin işine yarıyor ve Diyarbakır Cezaevi’nden daha fazla tepki uyandırıyor. Bunu hemen halletmemiz gerekiyor” dedik. Mehmet Uçum da köle gibi çalışmaya hazır olduğunu belirtti.

M.A: Zaman zaman Hüseyin Çelik ile konuşuyoruz ancak hızlanmış bir durum şu an yok.

Bir tarih verildi mi size?

L.M: Biz 23 Nisan dedik ama tabii çok ütopik. Bizim temennimiz. Ancak olması çok zor. Orada Haziran Temmuz gibi bazı laflar dolaştı. Bekliyoruz şimdi.

M.A: Beklerken durmayacağız tabii. Avrupa Parlamentosu’na üye Yeşiller Grubu’nun en son Barselona’da yapılan toplantısındaki tek gündem maddesi Türkiye’deki TMK mağduru çocuklardı. Özel bir basın açıklaması yaparak, İçişleri Bakanı’na bir mektup yazdılar.

Şu ara neler yapmayı planlıyorsunuz?

M.A: Çağrıcılar içindeki hukukçular Yargıtay’a, HSYK’ya, Anayasa Mahkemesi’ne ortak bir mektup hazırlıyorlar.

L.M: Bir de elimizde bu çocuklardan çok çarpıcı mektuplar var. Bir şekilde onları çeşitli gazetelerde yayımlatmak düşüncesindeyiz. Özellikle haftasonu eklerinde.

Avrupa’da bizim yaşadığımıza benzer bir durum var mı ya da olmuş mu?

M.A: Bu kadar olan yok. Ancak Fransa’da özellikle son dönemde Kuzey Afrikalı çocuklara karşı çocuk yargılama yaşını düşürmeye çalışıyorlar. Belçika’da 24, Almanya’da 23 hukuki olarak çocukluktan çıkış yaşı. Son Dünya Psikolojik Kongresinde karar verilen yaş 23. Mesela İngiltere’de çok tehlikeli bir uygulama var, bölgedeki öğretmenler, insanlar raporlar vererek Müslüman çocuklar ileride terörist olabilir diye fişleniyor ama buradaki gibi tutuklanmıyor. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesini imzalamış olan ülkeler çocuk yargılanmasında tutuklamayı en sona itiyorlar. Çocuk yargılamasında en önemli olay yargılamanın uzatılmadan hemen bitirilmesidir. Cinayet ve çok özel durumlar dışında okuluna devam edip, ailesiyle kalıyor ama bir rehabilite programına da katılıyor. Türkiye’de bu uygulanmıyor. Halbuki 2005’te çıkan Çocukları Koruma Yasası bunu büyük ölçüde getiriyordu. Bir çelişki de var, 2007’de yapılan TMK değişikliği Anayasa’ya aykırı. Varolan Çocukları Koruma Kanunu ile tamamen çelişkili. Bu hukuksuzluk bir kanuni düzlemde var. Bir de yargı 12 Eylül yasasını bile çiğniyor.

İnsanların size ulaşması için ne yapmaları lazım?

cocukhaklari2@gmail.com’a bir e-mail atmaları gerekiyor sadece.

*Bu röportaj 18/04/2010 tarihinde www.ntvmsnbc.com adresinde yayımlanmıştır.

15 Nisan 2010 Perşembe

Hay sizin erkekliğinize...

Hakkari’den gelen bir fotoğraf çoğu insanın isyan ettirecek cinstendi. Bir grup adam, ufak bir çocuğu yerlerde sürüklüyordu.

Fotoğrafın açıklaması ise şuydu, kapatılan DTP’nin milletvekilliği düşürülen Genel Başkanı Ahmet Türk’e atılan yumruk Hakkari’de portesto edilirken polisler 14 yaşında bir çocuğu da gözaltına aldı.

Gözaltına alınan çocuk Hakkari eski Belediye Başkanı Kazım Kurt’un oğlu. Annesinin yanında, onun feryatları arasında gözaltına alınmış. Ardından da hastaneye götürülmüş. Bu arada annesi de oğlunun bırakılması için çırpınırken zor anlar yaşamış.

14 yaşında bir çocuğu bir kaç kişinin böyle gözaltına almasındaki vahşet kanları dolduracak cinsten. Koskoca adamlar, devletin kendilerine verdiği güçle ufak bir çocuğu yerlerde sürüklemekten çekinmiyor. Kendilerine sorulsa o dakika vatanı bölücülerden kurtarmaya, düzeni sağlamaya çalıştıklarını söyleyeceklerdir.

Neyse ki olay bir şekilde medyaya yansıdı ve iki polis açığa alındı. Ancak bu medyaya yansıyan sadece bir olay. Acaba medyaya yansımayan böyle kaç olay yaşanıyor.

Eskiden, ben daha okul sıralarındayken, kasılarak gezen bazı hocalar öğrencilerini dövdükten sonra Doğu'ya sürgüne gönderilirdi.

Doğu bizim için her zaman sürgün yeriydi ama oradaki çocukların günahı neydi de dayakçı öğretmenler hep oraya giderdi...

Orada dayak atıldı mı ne olurdu? Bunlar hiç merak edilmezdi doğal olarak.

Küçük bir çocuğun yerlerde sürüklenmesi kadar kan donduran diğer bir olay da Ahmet Türk’e yapılan saldırının kimi kişilerce meşru gösterilme çabası. Kimi köşe yazarları ve gazeteler bu saldırının olabileceğini, bazı insanların yaşanan iç savaştan çok fazla etkilendiğini ve kendisini tutamadığını yazıyor.

Bütün bu olaylarla birlikte atılan yumruktan sonra sakin olamayan ve masum insanların içinde olduğu belediye otobüsüne molotofkokteyili atmak da ne kadar cesurca ve kahramanca bir davranış sorgulamak lazım.

Kendilerine, yapacakları eylemler için bir meşruiyet kazandırdığını düşünenlerin, o atılan yumruktan keyif aldıklarını, bıyık altından gülümsediklerini bile düşünüyorum.

Benim için yaşlı bir adama atılan yumruğun, bir çocuğun yerlerde sürüklenmesinin, bir otobüse molotofkokteyili atılmasının farkı yok. Yapanların da bir farkı olduğunu düşünmüyorum. Hepsi aynı derecede vahşi ve insanlıktan uzak benim için.

Erkelerin egemen olduğu bu topraklarda, kadınlar ve çocuklar çok yara alır. Bir ana oğul, atılan bir yumruktan sonra çıkan olaylarda hem fiziken hem ruhen yaralandı, yakın zamanda hayatını kaybeden bir kadının mezarı üzerinden politika yapılmaya kalkışıldı, bir otobüsteki siviller ise yanma tehlikesi atlattı.

Dilleri, dinleri, ırkları farklı olsun olmasın bütün bu saldırıları yapan erkekler, onlar bir an gelecek ve erkeklikleriyle yine övünecekler, işte o ana akla gelen aynı cümle olacak, “Hay sizin erkekliğiniz...”

13 Nisan 2010 Salı

Şehitler ikincil hasar mıdır?

İngilizce’de bir söz vardır “collateral damage” diye. Anlamı savaş sırasındaki sivil kayıplar ya da bir iş yapılırken oluşan ikincil derece hatalardır. Bu söz Hakkari’deki 7 askerin ölümünün ardından yapılan konuşmalarda aklıma gelmeye başladı.

Geçen yıl Hakkari’de patlayan ve 7 askerin şehit olduğu olayla ilgili Zaman gazetesinin duyurduğu haberde savcılık mayınların Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından döşendiğini belirttiği yazıldı. Yani komutanlar orada mayın olduğunu bildiği halde, kendi askerleri şehit olmuştu.

Bu durum zaten Hakkari Tugay Komutanı Tuğgeneral Zeki Es ile Hakkari Tümen Komutanı Tümgeneral Gürbüz Kaya’nın konuşmalarında da geçmişti. Es konuşmada, “Rütbelilerin hepsine mayınların yerini” gösterdim derken, içinin yandığından da bahsediyordu. Oysa ki Kaya bu konuşmada mücadeleye aynen devam edileceğini ve bir iki ufak hatanın olabileceğini söylüyordu. Bir nevi askerleri collateral damage olarak görüyordu.

Bir de o dönem Genelkurmay’dan yapılan açıklamalarda olayın PKK’nın döşediği mayınlar sonucu olduğu söylemini de hatırlamak lazım. Tabii Kürt açılımının bu olayın ardından sürünceme dönemine girdiğini ve devletin üst kademesinin de attıkları adımları küçülttüğü ya da durdurduğunu da...

Şimdi neresinden bakılırsa elinizde kalacak bir durum. Ufak hata olarak görülen 7 askerin şehit olması. Mayınları döşeyen ise ordunun kendisi ve buna “güvenlik sebebiyle mayın düşünmesi” deniyor. Ardından artık klasik hale gelmiş olan bir yalan zinciri başladı.

Bu ülkede ne zaman birileri hata yapsa ya da duyulması istenmeyen bir şey söylense hemen yalana ve yasaklamaya başvurulur.

Ölen askerler içinde aynı yalan zinciri ve yokmuş gibi hareketler başladı. Sonuçta onlar kimilerinin istemediği bazı gelişmelerin önünü kesmiş 7 tabuttu artık. Ancak gerçekler zaman içinde ortaya çıkmaya başladı.

Şimdi 7 asker, komutanlarının döşediği mayın sonucunda öldü ya da öldürüldü. Üst rütbeliler mayınların yerini bildiği halde bir “kaza” oldu. Ayrıca bu “kaza” ülkenin en büyük sorununu yok etmek için yapılan bir çalışmanın da sabote edilmesini sağladı.

Komutanın görevi nedir? Savaşı kazanmak ama en az zaiyatla. Bir komutan komutasındaki askerlerin hayatından sorumludur. Onların başına bir şey gelmemesi için gerekirse canını da vermesi gerekir. Bu sayede askerleri de komutanlarına güvenip, onun emirlerini dinlerler.

Bizde ise askeriye sanki kendi meşruiyetini korumak için bir düşmana ihtiyacı varmış şekilde hareket ediyor. Düşman bir eylemde bulunmazsa kaza sonucu oluşan bir eylem hemen lehlerine kullanıyor. Şayet bu olay da açığa çıkarsa verilen kararların ne olduğunu bilmediğimiz askeri mahkemeler devreye giriyor.

Şimdi bu olaya bakacak hakim albaylar acaba olayda bir tüm bir de Tuğgeneral’i suçlu bulabilecekler mi? Bulurlarsa ne ceza verecekler?

Askeriyenin güçlü olması herkesin isteğidir ancak işini yapamayn, askerini koruyamayan, hataları ortaya çıktığında sesini yükselten ve ölen askerlerini ufak hata olarak gören askeriyeyi dünyanın hiçbir yerinde istemezler. Hele ki kendi çıkarları için halkının canına kıyılmasına göz yumanları ömür boyu affetmezler.

Komutanlar artık biraz daha kendi işlerine odaklansalar ve askerliğin ne olduğunu hatırlayıp, emirlerine verilen erlerin hayatlarını korumaya çalışsalar fena olmayacak gibi. Bazen patlayan bir mayının parçaları biraz zaman da alsa suçlayanların paçalarına yapışır çünkü...

3 Nisan 2010 Cumartesi

Çocuklar ve hukukçular

Bu toprakların bir laneti var o da büyüklerin yaptığı hataları çocukların çekmesi. 3 yıl kadar önce minik bir kızın belediyenin açtırdığı ve üstünü iyi kapatmadığı bir çukura düşüp ölmesinin ardından “Türk olmaktan utanıyorum” demiştim. Ama esasında çocukların ölümüne engel olamayan bir ülkede yaşayarak insan olmaktan utanıyorum.

Son iki günde iki ayrı çocuğun daha ölüm haberi vardı gazetelerde. Birincisi Uşak’ta yatılı okuduğu okulun arka bahçesindeki foseptik çukuruna düşüp ölen Umut Balık.

Diğeri Van’da askerlerin sırtından vurduğu 14 yaşındaki Mehmet Nuri Tançoban. Mehmet Nuri mazot kaçakçılığı için sınır geçmek üzere arkadaşlarıyla yola koyulduktan bir süre sonra askerleri görünce geri dönmüş ama askerler onu sırtından vurmuştu.

Umut’un ölümü biraz daha fazla medyada yer aldı. Zavallı Mehmet Nuri’nin dramı ise sadece Taraf gazetesinde yer buldu kendisine. Medyanın neden iki çocuğu birbirinden ayrı tuttuğunu anlatmaya gerek bile yok. Onlar çocuk da olsalar savaşan bir ülkenin tarafları olarak görünüyorlar, kendileri bilmese de...

İki çocuğun ölümü ve taş attıkları iddiasıyla yıllarca hapse mahkum olan çocuklar. Artık gazetelerin, televizyonların sıradan haberleri haline geldiler. Onların ölümlerine tam olarak üzülmüyoruz bile.

Taş atan çocukların yıllarca hapse mahkum olmalarına sesimiz pek çıkmıyor ama komutanlar, gazeteciler ya da akademisyenler hapse girince birden herkesin sesi sonuna kadar çıkıyor. Kimisi sevinçten, kimisi de sinirden bu tutuklama kararlarına laf ediyorlar.

Savcılar çocukların ölümleriyle pek ilgilenmiyorlar ama komutanların, gaztecilerin, akademisyenlerin hapse girip girmemesi için birbirleriyle bir yarış içindeler. İki farklı gruba bölünmüş gibiler. Herkes kendisinin haklı olduğunu düşünüyor.

Esasında ikisi de haksız. Onların hukuk anlayışları çocukların ölmesine, hapse girmesine engel olmuyor. Yapmak ülkeyi daha iyi bir hale getirmek, daha yaşanır bir duruma sokmak olsa önce çocukları hapse atmaktan vazgeçer, ölümlerine neden olanları cezalandırırlar. Gel gör ki bu bahtsız ülkenin çocukları için sesini çıkaranlar çok az.

Şu an iki gruba ayrılmış gibi gözüken hukuk dünyasındakilerin hepsinin hukukun tanımını yapmasını isterdim. Kaç tanesi acaba gerçekten yazabilirdi merak ediyorum. Sonra bir de hukukun üstünlüğünden daha önemli bir şey olup olmadığını gerçketen cevaplamalarını isterdim.

Acaba hukuk vatandan önce mi gelir derlerdi yoksa önce vatan sonra hukuk mu?

Çocuklar ölürken hukukçular hala birbirleriyle tartışılıyor. Tahliye veren hakimlerin kararını eleştirenlerde var, destekleyenlerde. Acaba içlerinde kaçı hukuk sistemimizin nasıl yapıldığını biliyor?

Bilmeyenler için Lozan’dan sonra hemen medeni hukuku İsviçre’den, ceza yasasını İtalya’dan, ticaret hukukunu Almaya’dan almışızdır. Tabii o zaman dil bilen fazla olmadığından ve hukuk metinlerinin çevrilmesinin de çok özen istemesinden genelde yalap şap, pek anlaşılmayan bir hukukumuz olmuştur.

Şimdi o hukuk çocukların ölmesine, geleceklerinin kararmasına sessiz kalıyor. Buna dur demek isteyenlerin sesi ise hukukçuların tepinmeleri yüzünden duyulmuyor. Yine filler tepişiyor, ezilenler çimler oluyor.

Çocukların sessiz çığlıklarını ise yüzlerce yıldır bu topraklarda duyana rastlanmamış.

Kimi zaman insan olmaktan da bu topraklarda yaşamaktan da utanıyorum. Ama hala sokakta gülen bir çocuk görünce insanın içinde yine de bir umut beliriyor. Tanrı var mı bilmiyorum ama varsa ondan tek istediğim çocukların gülüşüne dokunacak olan herkesi durdurması.

Belki o zaman çocukların sessiz çığlıkları son bulur ve büyükler onların şen kahkahalarını duyarak mutlu olmaya başlar.