17 Ağustos 2012 Cuma

Domatesin kabukları


Çocukların gözleri hayata ayrı bir bakar. Onlar bakışlarında yaşamın her anının bir mucize olduğu görürler. Yetişkinlere normal gelen çoğu güzellik, onların gözünde anlamını bulur. O yüzden hayata çocuk gözleriyle bakmayı başarmak ve bunu kaybetmemek büyük bir başarıdır.

Ancak çocuklar bir gün, bir an, o bakışları yitirirler. Bir olay olur ve gözleri artık yetişkinler gibi her şeyi normal görmeye başlar. Bir nevi kör olarak hayata devam ederler. Artık onlar için mucizeler, güzellikler yoktur.

Küçük kız artık bomba seslerinin hayatın normal rutini olduğu sokaklarda, hala mucizeleri fark eden gözleriyle yürüyordu. Bir taraftan da kulaklıklardan gelen müziğin ezgisini düşünüyordu. Küçük adımlarıyla ilerlerken kendisini kör edecek sokağa girdiğini fark etmedi.

Yavaş yavaş ilerledi, hayatın kendisine hazırladığı kötü sürprizden habersiz kimi yıkılmış evlerin parçalanmış duvarlarına bakarken onu gördü. İlk anda fark edemese de ne olduğu, gördüğü şeyi anladı. Hızla arkasını döndü ve kulaklığının sesini sonuna kadar açtı.

Artık kördü, gözleri çocuk bakışlarının masumiyetini, mucizeleri görme özelliğini kaybetmişti. Bundan sonra hayata yetişkinleri baktığı gibi bakacak ve bazen o kötü sahneyi anımsayacaktı.

Aradan yıllar geçti, kulağa başka şarkı sözleri geldi, gözler başka dünyalar gördü. Ama o kendisini kör eden anı hiç unutmadı.

Sonra, bir gün farklı acılar çekmiş birini buldu. Birbirlerinin acılarını bilmedikleri halde hisseden iki kişi olarak ağaçların gölgesinde bir masaya oturdular. Konuşmaları için çok da kelimelere ihtiyaçları yoktu.

Kahvaltı için masaya gelen domateslerin kabuklarının soyulmuş olmasına ikisi de kendince sevindi. Çünkü domatesin kabukları hoşlarına gitmiyordu. Domateslere çocukça bir masumlukla bakarken birden kelimeler ağzından döküldü.

O sokağı, gördüklerini ve müziği anlattı. Karşısındaki onu dinledi ama sadece kulaklarıyla değil, acıları bilen yüreğiyle de dinledi. Gördüklerini, müziği, sokağın harabe halini hepsini tek tek yaşadı sanki oradaymış gibi.

Yağmur damlalar halinde önce masaları ve ağaçların yapraklarını ıslattı. Adam kızın içinde kimseye göstermemek için uğraştığı, küçük kız çocuğunun ağlamaya başladığını hissetti. Çünkü kendi içindeki küçük çocuk da ağladığı zaman yağmur yağardı.

Zaten yetişkinlerin bilmedikleri, yağmurun bir hava olayı olmadığı, kimin içinde herkesten sakladığı küçük çocuk ağlarsa onu göstermek için yağdığıydı.

Yağmur şiddetlendi, güneş kayboldu hava fırtınaya döndü. Yarım saat yağdıktan sonra da durdu. Kızın içindeki küçük çocuğun ağlaması geçmişti. Adam ona gülümsedi. Domatesleri ve anlatılmamış acıları bitirip masadan kalktılar.

Biri kör olduğu anı anlatmıştı, diğeri onunla o anı yaşamıştı. Sonra kızın içindeki küçük kız ağlamıştı.

Elleri kavuştu. Birbirlerinin acıyı bildiğini biliyorlardı. O sıra kızın gözü denize takıldı. Adam anladı.

Kız denize daldı, adam elinin sıcaklığını küçük kıza bıraktı. Kızın körlüğünü kendi körlüğüne ekledi ve tek başına sokaklarda kayboldu ama kulağında daha öncesinde hiç bilmediği bir melodiyle.

11 Haziran 2012 Pazartesi

Tanımadığın birini özlemek

Özlemek nedir?

Birinin yanında olmayı istemek mi?

Bir yerde olmayı istemek mi? Yoksa yaşadığımız bir anı yeniden yaşamak istemek mi?

Peki ya hiç tanımadığımız birini özleyemez miyiz?

Tanıdığımız, sevdiğimiz kişiyi özlemek ağırdır. Nesini sevdiğimizi, özlediğimizi biliriz ve o mahrumiyet bizi daha da ezer.

Ne kadar ilginç bazen gidilmeyen, görülmeyen yerler, hiç konuşulmamış kişiler özleriz.

Tanıdığımız, birlikte en azından bir saat geçirdiğimiz biri olsa anlarız belki neyi özlediğimizi. Ne var ki hiç tanımadığımız birini özlemek bize de garip gelir. Bu özlem hissini duyarken de garipseriz.

Esasında bunda garipsenecek bir şey yoktur.

Özlediğimiz hakkında bir şeyler duymuşuz ya da uzaktan da olsa iletişim kurmuşuzdur. O esnada aynı zevklere sahip olduğumuzu görmüşüzdür.

Sonra bir sabah onu düşünerek uyanırız. Özleriz onun muhabbetini. Sesini hiç duymadığımız, kahkahasını, hüznünü, teninin kokusunu, saçlarını, sinirlenince nasıl baktığını, nasıl yemek yediğini, masada duran kitabın üzerine su bardağı koyup koymadığını, geceleri ayaklarının üşüyüp üşümediğini bilmediğimiz birini özleriz.

Sonrada onun yanında olmak isteriz korkarak. Çünkü hayaller gerçeğe döndükçe bozulurlar ve uzakta, tanımadığımız birini özleyince onun gerçek halinin hayaldeki gbi olmamasından korkarız.

Hayat her zaman çift tarflıdır. Bilmeyiz ki bazen özlenen, o tanınmayan ve bilinmeyen bizizdir. Özlendiğimizi bilmeden, hayallerdeki halimizi düşünmeden bozarız kimi hayalleri.

Sesimizle, hareketlerimizle, mimiklerimizle, verdiğimiz tepkilerle, “kahve içer misin” sorusuna, “ben çay tercih ederim” cevabıyla, yıkarız kimi hayalleri.

Yine de özlemenin, hele ki tanınmayan birini özlemenin güzel bir yanı vardır. Hayal etmeyi bırakmayanlar, hayatın “zorunlu hareketlerine” yenilmeyenler, uzakta, tanımadıkları birilerini özlerler.

Ve her maceraperest gibi biraz da korkaktır tanımadığını özleyenler. Sevdiğini, tanıdığını özlemenin ağırlığı yoktur, tanımadığını özlerken.

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Osmanlı’nın idam ettiği patrikler ve “kin kapısı”

İstanbul’da bulunan Fener Rum Patrikliği’nin orta kapısı 1821 yılından beri kapalıdır. ‘Yas’ ya da ‘kin’ kapısı denen kapının kapalı olma nedeni o dönem patrik olan Beşinci Gregoris’in cesedinin burada gömülü olmasıdır ve Patriklik kapının adının esasında “kin geçirmeyen kapı” olduğunu söyler. Ancak ona gelmeden önce Osmanlı tarihinde idam edilen iki patriğin, Patrik Birinci Kiril ve Üçüncü Parthenius’un hikâyeleri vardır. Osmanlı’da idam edilen ilk patrik Birinci Kiril’dir. 1638 yılında Kalvinci olduğu iddiasıyla Cizvitlerin yönlendirdiği Rumelihisarı’nda asıldı ve cesedi denize atıldı. Dördüncü Murad döneminde meydana gelen bu olayı siyasi nedeni olmadığı söylenir. Cizvitler, ilk olarak 1612 yılında Patrik olmuş, dört defa azledilip beş defa seçilen Kiril’in reform yanlısı Kalvinci olduğunu iddiasını kabul ettirince “Rum tebaası arasına dini nifak soktuğu” gerekçesiyle asıldı. İkinci idam 1657 yılında gerçekleşti. O dönemki patrik Üçüncü Parthenius’un Eflak isyanını desteklediğinin anlaşılması üzerine yaşandı. Osmanlı adına idare eden Konstantin’in isyan etmesi ve Parthenius’un isyanı desteklediğinin anlaşılması üzerine zamanın sadrazamı Köprülü Mehmet Paşa emriyle patrik, Parmakkapı’da asıldı. Bu idamla ilgili kimi kaynaklar Üçüncü Parthenius’un Osmanlı içerisinde yaygın bir casusluk ağını yönettiğini de iddia ederler. Son olaysa 1821 yılında gerçekleşti. Yunan isyanını desteklediği iddia edilen Beşinci Gregoris linç edildi. Patriklik o dönem Beşinci Gregoris için Osmanlı’nın idam kararı bulunmadığını söyler. Gregoris’in bulunan parçaları ise toplanıp Rum Patrikliği’nin orta kapsının oraya gömüldü ve adına “kimi engelleyen kapı” denildi. Her dinde mezarın üstüne basılması günah olduğu için, Beşinci Gregoris’in mezarının bulunduğu orta kapı sonsuza kadar kapalı olarak bırakıldı. Kimi iddialar Beşinci Gregoris’ın Rusya’ya yazdığı mektuplar yüzünden sorgulanıp, idam edildiğini ve cesedinin üç gün boyunca Sultan 2. Mahmud’un emriyle Patrikhane’nin orta kapısında asılı kaldığını söylese de Fener-Rum Patrikliği bu iddiaların doğru olmadığını söyler.