27 Mayıs 2010 Perşembe

Anne çok korkuyorum

Anne çok korkuyorum. Geceleyin evimize gelip babamı alacaklar diye korkuyorum. O kötü bir şey yapmadı, sadece ülkede yaşayan insanların daha iyi şartlarda yaşamasını istedi. Benim gibi diğer çocukların da daha iyi yaşamasını istedi. Bazıları hatalı diyorlar, olabilir ama o benim babam. Anne korkuyorum, babamı öldürmesinler...

Anne çok korkuyorum. Askerlerin geceleyin yine evimize gelmesinden korkuyorum. Babamı, Ayşe’nin babası gibi almalarından korkuyorum. Bize yapmadığımız şeyleri söylemelerinden, dağdakilere yardım ediyorsunuz diye bizi birbirimizden ayırmalarından korkuyorum. Anne ben asker olmak isterken nasıl askere karşı olurum!

Anne çok korkuyorum. Bizi askerlere yardım ediyorsunuz diye suçlayayıp dövmesinler. Babamı öldürecekler, evimizi yakacaklar diye çok korkuyorum. Kendi halkınıza ihanet ediyorsunuz demesinler anne, ben herkesi çok seviyorum. Anne korkuyorum beni de dağa götürecekler diye. Ben doktor olmak istiyorum, okuyup, dönüp insanlarıma yardım etmek için...

Anne çok korkuyorum. Babam yarın sabah madenden eve dönemezse diye. Anne sana sarılıp yatmayı seviyorum ama babamın da yanımızda olmasını istiyorum. O kara haliyle gelip beni öpmesini seviyorum. Babamın karanlıklarda kalmasından korkuyorum anne.

Anne çok korkuyorum. Babamın tersanede ölmesinden korkuyorum. O koca gemileri yaparken başına bir kaza gelmesinden ve eve bir daha gelememesinden korkuyorum. Bizim için her şeyi yapıyor biliyorum ama her gün onu son görüşümmüş gibi arkasından bakmak istemiyorum. Babam ölecek diye korkuyorum anne.

Anne çok korkuyorum. Burada geceler soğuk. Bütün çocuklar bir odadayız. Geceleri bize bakması gerekenlerin gelip beni başka odaya götürmesinden korkuyorum anne. Bizi, hepimizi istemediğimiz şeyleri yapmaya zorluyorlar. Anne cennette olmasan beni korurdun biliyorum ama şimdi meleksin. Melekler de insanları korurmuş anne, beni unutup korumamandan korkuyorum.

Anne çok korkuyorum. Bu dağ başında bizi öldürecekler diye. Vatanımı koruyamayacağım, seni bir daha koklayamayacağım, sevdiğimin gözlerine bakamayacağım diye. Anne korkuyorum ve korkumu kimseye söyleyemiyorum. Ölmekten korkuyorum anne, bir daha sizinle gülememekten çünkü ölüler gülmezmiş anne.

Anne çok korkuyorum. Bu dağ başında beni vuracaklar diye. Ben istemedim buralara çıkıp savaşmak ama sen biliyorsun çıkmam gerekiyordu. Anne korkuyorum, bir daha sizin yanınıza dönemeyeceğimi, doya doya köyümün kokusunu içime çekemeyeceğimi, hiçbir şeyden korkmadan, bir kurşuna hedef olma fikrinin aklımdan geçmeden, gönül rahatlığıyla köyde dolaşamamaktan korkuyorum. Anam kınalı kuzunun mezarını ziyaret edemeyeceğinden korkuyorum.

Anne çok korkuyorum. Yanlış bir şey yapmadım ama babam ile ağabeyimin beni öldürmesinden korkuyorum. Anne sen beni anlarsın, ben sizi üzmek istemedim. Sadece sevdiğim ile mutlu olmak istedim. Çok korkuyorum ikimizi de vuracaklar diye. Evet anne, kızın artık hamile. Biliyorum ne kadar evlenmiş olsam da törelere göre ölmem lazım. Anne çocuğumu kucağıma alamamaktan korkuyorum. Senin torununu bağrına basmanı görememekten…

Anne çok korkuyorum. Bu ıssız sokaklarda bir gece ölümü bulacaklar diye. Anne sokaklar çok soğuk. Üşüyorum. Keşke daha cesur olsaydık anne. Babam bana o istemediğim şeyleri yaptırırken karşı durabilseydik. Keşke ben evden kaçıp bu ıssız sokaklara düşmeseydim. Korkuyorum anne, cesedimi sabah bulup gazete kâğıdı ile örtecekler diye.

Anne çok korkuyorum. Beni okuldan alıp hapse atacaklar diye. Anne ben kimseye taş atmadım sen de biliyorsun. Anne Mahmut ve Fatma gibi beni de okuldan alıp o karanlık hücrelere atacaklar diye korkuyorum. Biz ki üçümüz oynardık oyunları. Artık bir ben kaldım. Beni de yakında tutuklayacaklar diye korkuyorum.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

İnguşlar ve Kılıçdaroğlu

Gündem CHP’nin değişimi ve yeni Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu iken bu İnguşlar’da nereden çıktı denebilir. Ancak İnguşların durumu daha doğrusu onların sorunlarını anlatan bir kitaptaki karakter Kemal Kılıçdaroğlu’na kimi hatalarını görme konusunda yardımcı olabilir.

Öncelikle İnguşlar Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Osetya ile çatışmalara başlamış ancak Rusların Osetya’nın yanında yer alması ile acı kayıplar yaşamış bir halktır. Bu bakımdan Gürcistan'a da benzer. İnguşların yaşadıkları Batı’da pek yankı bulmasa da eski İngiliz ajanı ve ünlü romancı John Le Carré tarafından Bizim Oyun (Our Game) romanında çok güzel anlatılmıştır.

Bu bilgileri cebimizde var sayıp gelelim CHP’nin yeni dönemine ya da Kılıçdaroğlu’nun getireceği değişime.

CHP Kurultayı’nda tek başına aday olarak çıkan ve tüm salonu inleten Kemal Kılıçdaroğlu herkesin kendisine göre yorumladığı bir konuşma yaptı. Kimileri yapılan konuşmanın büyük bir değişimin habercisi olduğunu söyledi, kimisi ise pek de bir şey değişmediğini, CHP’nin bildik sloganlarını devam ettirdiğini.

Konuşmasında seçim barajını yüzde 10’un altına düşüreceğini söylemesi olumdu bir durum ancak Kılıçdaroğlu’nun konuşma boyu Kürt kelimesini ağzına almaması ve Kürt sorunundan bahsetmemesi aynı ölçüde olumsuz. Şimdi seçim barajı düşürülecekse bunun kimler için ve neden yapılacağı ayrıca yüzde kaça düşürüleceği de açıklanmalı. Yoksa seçim barajını yüzde 10’dan dokuz ya da sekize düşürmek de sözünü tutmak demektir.

Merdiven altında çalışan türbanlı, başörtülü kızlardan ve onların sigortasız çalışmalarına izin verilmeyeceğinden bahsetmek, herkesin sigortalı olacağını söylemek de olumlu bir söylem. Ne var ki yine türbanlı kızların üniversitelere girip giremeyeceğinin tek bir vurgusunu yapmamak da o kadar olumsuz bir durum. O kızların merdiven altında çalışma nedenlerinden biri de gerekli eğitimi alamamaları olduğunu akıldan çıkarmamak lazım.

Yolsuzluklardan, işsizlikten bahsetme çoğu kişinin hoşuna gidecektir ama özellikle işsizliği nasıl yeneceğini, kaynakları nasıl yaratacağını açıklamak da o kadar hoş olacaktır. Unutmamak gerekir ki Türkiye zamanında tutulamayacak sözleri verdiğini bile bile kimi liderleri iktidara getirmiştir. Artık o dönem geride kaldı.

AB ve dış politika için nasıl bir görüşü olduğunu pek açıkca söylemese de yeni CHP Genel Başkanı eski yolu aynen tutacak gibi. Zaten kendisi dış ilişkilerden ve dış ticaretten çok içeriyle ilgilendiğini konuşmasında belli etti. Halbuki dışarısıyla iyi bir diyalog kurmadan içeride başarı kazanmak oldukça zordur. Bu arada hak vermek gerek AB'nin kimi iki yüzlü politikaları çoğu kişinin canını sıkıyor ama buna bir alternatif dış politika üretmeden şikayetçi olunamaz.

Konuşmada özel yetkili mahkemelerin kaldırılacağı açıklaması da kimi çevrelerin ellerini ovuşturarak dinlediği bir söz olmuştur. Ancak CHP Ergenekon avukatlığına devam edecek gibi görünürken Kılıçdaroğlu’nın Ergenekon’un ne olup olmadığını tam olarak bildiğini sanmıyorum. Biliyor ve yanında duruyorsa da bu sefer CHP'de değişimin rüzgarının kısa sürede söneceği ihtimali mevcut.

Şimdi işin İnguşetya tarafına dönersek, malum İnguşlar kadar olmasa bile Dersim’de zamanında benzer bir olay yaşadı. Hatta bu olay gündeme gelince de Kılıçdaroğlu önce bir kahraman gibi çıkıp istifalar istedi, sonra Baykal konuşunca bas geri yaptı. Kendisi o acıları bilen biri olsa da verilen payeler ve durduğu yerde sözlerini geri alması çok da iyi olmadı. Gönül isterdi ki kendisine uyarı yapılınca mertçe istifa etseydi.

Carré’ın Bizim Oyun kitabında İnguşlar arasından çıkıp Sovyetler Birliği içinde oldukça yükselen bir karakter vardır. Adı Konstantin Checheyev. Bir kara şalvarlı, İnguşlar bu şekilde tanımlanıyor, olmasına karşın Checheyev yıllarca bir şekilde yükseltiliyor. Burada halkına yapılan tüm zulümlere karşı kendisini yükseltenlerden yana görünmesinin de etkisi yok değil.

Checheyev yıllarca yükseldikten sonra kendisine gülünmesine, birileri tarafından yükseltilmesine lanetler okuyarak, ama aynı zamanda güzel bir de oyun çevirerek, topraklarına geri döner. Ancak iş işten geçmiştir artık.

Kılıçdaroğlu’nun şu an vakti olur mu bilinmez ama Carré’ın romanına bakması iyi olurdu. Sonra yapılmayanlar, göz yumulanlar, sonraya bırakılıp hiç gerçekleştirilemeyen işler için pişmanlık duymasın.

Unutmadan önemli olan havuzlu evde oturmamak değildir, herkesin havuzlu evlerde oturabilmesini sağlamaktır. Değişim gelişimleri yok sayarak değil, herkesin o gelişimlerden yararlanmasını sağlayarak olur.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Madende bir 19 Mayıs

Her yer karanlık. Sadece nefes seleri geliyor yakınlardan. Onlar da benim gibi mahsur kalmış arkadaşlar. Bir umutla kurtarmaya gelecekleri bekliyorlar. Onlar için dua ediyorum, kurtulsunlar diye. Buradayken insan kendisi ile başbaşa kaldığından tüm gerçeklerle daha cesur yüzleşebiliyor.

Sen hiç madene indin mi bilmiyorum ama inmediysen anlatıcaklarımı anlaman biraz zor gibi. Havanın giderek azalacağını ve bir süre sonra havasızlıktan ölebileceğini bildiğin bir yer burası. Yüzlerce metre aşağıda, karanlıkta saatler yıllar gibi gelir insana. Bu ihtimale ilk başta ne kadar inanmasan, yok kurtuluruz gibi düşünsen de her geçen saniyede ölüm fikri giderek sana yakın gelmeye başlıyor.

Ne kadardır buradayız bilmiyorum ama 2 gün olmuş olmalı. 2 gün geçtiyse şimdi 19 Mayıs’tır. 17’siydi madene girerken. Bizimkiler benle 19 Mayıs için konuşmak istemişti de 'akşama' demiştim. Acaba biz burada kurtulmayı beklerken dışarıda kutlamalar yapılıyor mu? Kimsenin bayramını engellemek istemem, arkadaşlarım da istemez sanırsam ama burada böyle beklerken insan dışarda birilerinin eğlendiğini düşününce kötü oluyor.

İş bulamadığım için ben madende çalışıyorum. Allah razı olsun madende iş bulduk da para kazanabildik. Gerçi zor bir iş ama rıskımızı da çıkarıyorduk, en azından şimdiye kadar. İnsanı yoran bir iş madencilik. Onca metrenin altında çalışmak, sonra eve dönüp biraz oturup yatmak.

Bizimkilere pek zaman ayıramıyorum ama benim yaşadıklarımı da yaşasınlar istemiyorum. Kim zaten çocuklarının böyle bir yerde çalışmasını ister. Keşke onlara son bir kez sarılabilseydim. Konuşmak istediklerinde ‘akşama konuşuruz’ demeseydim.

Yarın yokmuş gibi düşünmek ne kadar korkunç. İnsan tek başına düşünürken, yaşadıklarını yapmak istediklerini, hayallerini gözden geçirirken bazen ne kadar gereksiz şeylere büyük değerler verdiğini düşünüyor. Şu an tek isteğim bizimkilere son kez doya doya sarılmak.

Burada hepimiz akraba gibiyiz ama gerçekten akraba olanlar da var aramızda. Onlar birbirlerine kurtulacaklarını söylüyorlar ama içlerinden kendilerine umutlarını yitirdiklerini de biliyorum. Kimimiz madenci ailelerden geliyor. Şayet ailenizde madenci biri varsa bu durumu, göçüğün ne olduğunu iyi bilir.

Bazen iş çıkışı arayanlar olur, o günü de kazasız belasız aylatıp atlatmadığımızı anlamak için. İki gündür telefonlar yok çünkü korkulan başımıza geldi. Artık bizi arayanlara acı haber için çevredikileri hazırlamak düşer. Ancak bu kadar kolay birini sevdiğinin yokluğuna hazırlamak. Bir de nefes aldıkça devam eden şu umut yok mu! Adamı o da bitiriyor diğer yandan.

Bugün 19 Mayıs, gençlerin bayramı. Biz bir grup genç ise bir göçüğün altındayız. Herhangi bir kutlama yapmadan kurtulmayı bekliyoruz ama umudumuz gittikçe tükeniyor. Zaten biz hiç bayram kutlamamıştık, bir bayram daha bizsiz geçse ne olur!

Sen hiç karanlıklara girdin mi bilemem ama girmedinse adım atma. Bu öyle bir karanlık ki içine aldığını bir daha geri vermiyor...

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Galata ve ney

Yazın gelmeye başladığını anlatır şekilde hava önce kızararak gecenin geleceğini haber veriyordu. Galata’nın o tarih kokan akşamında ben elimdeki kadehten gelen anason kokusunda senin hayalini gözlerimin önüne getirdim.

Galata’nın o yokuşlu, arnavut kaldırımlı yollarına düşmeden önce son kez batmakta olan güneşe baktım ve güneşin mi yoksa senin hayalinin mi yaşarttığını kendime pek de itiraf edemediğim iki küçük damlacıkla kendimi yollara vurdum.

Galata’dan Tünel’e doğru çıkarken sağdaki mevlevihanenin önünde bir an için durdum. İçerden gelen o ney sesi ile kendimden geçtim ve semaya doğru yükselmeye başladığımı hissettim. Bilirsin ney sesine karşı ayrı bir düşkünlüğüm vardır.

O saatte aklıma birden seni bir daha görememe korkusu düştü. Birden gelen, ilk anda ne olduğunu anlayamadığın ama keskin bir acıyla içinin yanmaya başlamasından bir şeylerin doğru gitmediğini fark ettiğin zamanlardaki gibi, seni kaybetme korkusuyla kendimi ney sesinden uzaklaştırarak Taksim’e doğru yürümeye başladım.

Taksim’de herkes sevgilisiyle birlikte ele ele mutlu bir halde yürüyordu. Ben ise yanımda senin hayalini taşıyordum. Elini tutamasam da, gözümün önünde hayalinin yarattığı mutlulukla o an Taksim’de bulunan herkesten daha mutlu olduğumu biliyordum.

O aşk haliyle dolmuşlara gittim. Arkadaki koltuğa attım kendimi ve senin hayalini özenle koruyup, kalbimin içine, en incinmeyeceğin yere sakladım. Dolmuşun dolmasını beklerken gözlerimi kapayarak aklımda biraz önce dinlediğim neyin tınısını duymaya çalıştım.

Sonra bir koku yayıldı dolmuşa. Bu senin parfümünün kokusuydu. Seni düşündüğüm zaman nedenini anlamadığım bir şekilde burnuma gelen kokun.

Gözlerimi açtığım zaman seni göreceğim korkusu, heyecanı, umudu, çekimserliğiyle biraz daha parfümü kokladım. Bir an Jean Babtiste Grenouille gibi o kokunun sahibi olma fikri geçti aklımdan.

Seni görebilirim heyecanı ve göreceğim kişinin sen olmayacağını bilmenin acısıyla gözlerimi açtım. Evet, sen değildin. Parfüm belki senin parfümündü ama o kişi sen değildin. Bu şekil bir yolculuğa dayanamayacağım için kendimi dolmuştan dışarı attım.

Ciğerlerimin arasındaki kalbim sıkışıyordu. İçimdeki seni görme isteği o kadar fazlalaştı ki sana ulaşacak yolları koşarak yanına gelebileceğimi düşünmeye başladım. Hayatında yaşadığın ve yaşayacağın tüm anlardan daha önemli olacağını düşünüp, tüm kötü ihtimalleri elinin tersi ile iten duyguların bütün vücudumu sarmaya başlamasına karşın ben sana doğru koşmadım, koşamadım…

O an beni sakinleştirecek, içimdeki seni görme arzusunu dizginleyebilecek tek yere mevlevihaneye doğru koşmaya başladım. İstiklal Caddesi’nin içinde deli gibi koşarken insanların benden kaçtıklarını fark ettim ama umurumda değildi. O an yapmak istediğim tek şey içimdeki, kalbimi sıkıştıran, tüm mantıklı düşünme yetilerimi yavaş yavaş yok eden seni görme isteğini bastırmaktı.

Mevlevihaneye vardığım zaman kapılar kapanmıştı. İçeri girmenin de yasak olduğunu biliyordum ama bu gece başka nerede olursam olayım kendimi iyi hissetmeyeceğimi seni yanıma getirmek için her şeyi yapacağımı biliyordum. O çaresizlikle demir kapılardan yukarı tırmanarak içeri girdim. Ne var ki çok da gitmeye korktuğum için uzaktan gelen ney sesini duyabileceğim bir aralıkta yere uzandım. Soğuk toprağın verdiği hafif üşümeyle ellerimi bacaklarımın arasına kıstırdım.

Üşürken bir yandan da senin aklımdan çıkacağını düşünüyordum. Ney sesi ile giderek büyülenerek ve hafif hafif uyumaya başlayarak gözlerimi kapadım.

Bir süre sonra çevremde bir grubun olduğunu fark ettim. Hepsi sakallı, ellerinde neyleri olan dervişler gelmişler ve bana bakıyorlardı. Ardından biri sırtındaki hırkayı çıkarıp üstüne örttü ve beni ayağa kaldırdı. Hemen koluma giren diğer iki derviş beni mevlevihaneden içeri taşıdı.

Ne bir soru sordular, ne de bir şey istediler. Sadece beni içeri alıp neylerini üflemeye başladılar. Ben o seslerle içten içe yandım. Ruhumun binlerce parçaya bölünerek neylerin içinden geçişine tanık oldum.

Neyin o ilahi sesi kulaklarımda, ruhumda, kalbimde, beynimde dolaşırken seni gördüm. Bana gülümsüyordun. Gözlerimi kapayarak kollarımı sana uzattım. Göğe yükselen bir kuş misali sana doğru geliyordum. Sana yaklaştıkça kalbim daha da hızlı çarpmaya başladı. Sonra gülen yüzüne bakarken elini uzattın bana...

Sabah kendimi bahçede uzanırken buldum. Ne geceden ne de derviş neyzenlerden bir iz vardı. Sadece üzerimde bir hırka, kulaklarımda neyin sesi ve aklımda seninle Galata’nın o arnavut kaldırımlı yollarını tuttum.

7 Mayıs 2010 Cuma

Çocukları ölüme göndermek ve vatan hainliği

Türkiye’nin değişmesi için ufak çaplı adımlar atılıyor. Bu değişimin yaratacağı kimi olumlu gelişmeler de var, yeni oluşacak düzenin kimi dengesizlikleri de...

Ne var ki bütün bunlardan önemlisi tam değişim için bazı hareketler yapılırken, yürekleri yakan haberler gelmeye başladı. Askerler yine öldürülüyor.

Devletin istihbarat örgütleri saldırılar olacağını biliyordu, kimi gazeteciler bu saldırıların nerelere olabileceğini bile yazdı. Ancak gerekli önlem alınmadığı için baskınlar oldu.

Bu ölümler yeterince can sıkmıyormuş gibi, ardından Genelkurmay Başkanı bir açıklama yaparak bu askerlerin ölümünün ardından haber yapan kimi basın mensuplarını ve gazetelerini ‘hainlikle’ suçladı.

Basılan sınır karakolları hava muhalefeti nedeniyle yardım alamamıştı. Fakat o karakollara bir baskın olabileceği biliniyordu ve buna karşın bir önlem alınmamıştı. Sonra yanan canlar için ihmal olup olmadığı sorulunca birden hainlik kavramı ortaya atıldı. Kendisine emanet edilen canları koruyamamak değil ama emanetin başına gelenleri sormak hainlik oldu.

Gariptir Türkiye’de birine “vatan haini” demek suç değil, eleştiri. Bu kararı veren de Yargıtay 4. Hukuk Dairesi. Dairenin başkanı Bilal Kartal ve Salim Öztuna karara muhalefet şerhi koyarken, diğer üyeler Ülkü Aydın, Şerife Öztürk ve Mehmet Uyumaz ise birine vatan haini demenin eleştiri olacağı görüşü yönünde oy kullandı.

Bu karara bakılarak o çocukların ölümlerinde ihmalleri olanları vatana ihanet ile suçlamak mümkün. Bu ihtimaller emir komuta zincirindeki bir hatadan dolayı kaynaklamışsa o zaman o zincirin en başından itibaren bir vatan hainliği söz konusu denebilir ve bunlar eleştiri sayılır.

Tabii aklı başında, sözlerinin gerçekliğine önem veren bir insan bu tür suçlamalarda veya eleştirilerde bulunmadan önce elindeki kanıtları gözden geçirir. Yoksa aklına estiği için birini hainlikle, vatan hainliği ile itham etmek ne mertçe ne ahlaklıca ne de akıllıca değildir.

İnanıyorum ki ordu kendi içinde bir araştırma yapacak ve bir ihmal olup olmadığına karar verecektir. O verilen karar biz sivillere ulaşmaz o ayrı bir konu. Ancak askerlerin ölmesinde kusuru olanların ne ceza alacağını da merak ediyorum. Zira o askerlerin ölmesine neden olacak ihmalde bulunma bir şekilde cinayete yardıma gireceği gibi oraya saldıranlara da istemeden de olsa yardım etmek demektir. Vatan toprağını korumayıp, düşmanlarına istemeden de olsa yardım etmek sonuçta vatana hainliğine girebilir. Fakat bizde vatan hainliği eleştiri olduğu için büyük bir cezası olmasa gerek.

Biliyorum, yaptığım hainlik ama düşünmeden de edemiyorum. İnsan neden koruyamayacağı, hava şartları sebebiyle yardım gönderemeyeceği, dağlara karakol yapıp da kendisine emanet edilen gençleri oraya koyar?

O bölgelerin doğa koşulları yüzyılları aşan bir süredir biliniyor ama bu doğa koşullarına karşı sınır karakollarına yardım gönderecek önlemleri almak galiba pek bilinmiyor. Bunun yardımın nasıl gönderileceğini çözdürmemiş komutanlar da herhalde Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin eleştiri olarak nitelediği sıfat ile itham edilebilinir.

Bu soruları Kurtuluş Savaşı dönemindeki mütareke basını bile sormazdı. Gerçi şu an ordunun başında olan kimi komutanlar Kurtuluş Savaşı zamanı orduya komutanlık etseydi sonuç ne olurdu, insan bunu da merak ediyor.

4 Mayıs 2010 Salı

Yaşama hakkı

1 Mayıs’ta Taksim’de inanılmaz güzellikte bir manzara vardı. Farklı yerlerden gelmiş binlerce insan Taksim Meydanı’nda buluştu ve 1 Mayıs’ı coşku içinde kutladı. Yıllardır korkulan 1 Mayıs’ta bu sefer sevinç ve neşe hakimdi.

Sol gruplar ve partiler dışında sadece 1 Mayıs’ta Taksim’de olmak isteyenleri, seyyar satıcıları, rokçıları, punkçıları, davul ve zurnacısı, sucusu, sandviççisi, şekercisi, bayrak satıcısı, müzisyenleri, nükleer santrallere karşı olanları, futbolcuları, bebekleri, Fenerbahçelileri, Galatasaraylıları, Beşiktaşlıları, Çarşısı binlerce insan bir renk cümbüşü yaratarak doyasıya 1 Mayıs’ı kutladı.

Bu arada kimilerinin yokmuş gibi davrandığı, sanki görünmez olan eşcinseller ve travestiler de bir ara alandaydı. Bazıları için onların o meydanda bulunması doğru değilmiş gibi bir durum oluştu. Sanki onların alanda bulunması faşizme inanan birinin 1 Mayıs’ı kutlamak istemesi gibiydi...

Oysa bir insan ister eşcinsel olsun, ister travesti olsun sol düşünceye sahip olabilir, istediği kutlamaya katılabilir. Onun diğer insanlardan hiçbir farkı yoktur. Sadece seçimleri alışılagelmiş, genel düşüncenin dışındadır ama bu onun toplumdan dışlanması için bir sebep değildir.

Eşcinsellerden, travestilerden hoşlanmaya biliriz. Onların seçimlerinin pek de doğru olmadığını düşünebiliriz. Aynı cinsiyetten iki insanın öpüşmesini görmek bizi rahatsız edebilir. Ancak bu duygu ve düşünceler kimseye, onlara sanki yoklarmış, görünmezlermiş ve istenmezlermiş gibi davranma hakkını vermez.

İzmir’de üç gün boyunca arka arkaya işlenen cinayetler bir travestinin verdiği ifade sayesinde aydınlığa kavuştu. Son öldürülen kurban Mustafa Has bir travestiydi ve bu topraklarda travestiler normal işlerde pek çalışma imkanı bulamadığı için vücudunu satıp hayatını kazanıyordu. İçinde bir kadın yaşadığını düşünen Mustafa Has’ın en büyük isteği ise kimliğinin değiştirilmesi ve kendisine “Azra” isminin verilmesiydi.

Mustafa ayrıca Siyah Pembe Üçgen İzmir Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliği Araştırmaları ile Ayrımcılığa Karşı Dayanışma Derneği’nin ilk üyelerindendi. İstediği cinsel kimlikle bir hayat kurmaya çalışıyordu, olmadı. Öldürülmese kimliğini değiştirmek için mahkemeye gidecekti. İlk duruşmada hakim ondan iki tanık bulmasını istemişti. Davanın ikinci celsesinden önce ise katil onu İzmir’de öldürmüştü.

Üyesi olduğu dernek de kapanma tehlikesiyle karşı karşıyaydı ancak bu sefer hukuk düzgün bir şekilde işledi ve Siyah Pembe Üçgen Derneği kapanmadı.

Bir toplumun farklılıkları o toplumun renklenmesine olanak sağlayan çiçeklere benzer. Nasıl ki 1 Mayıs’ta Taksim’de binlerce insan bir renk cümbüşü yaratmıştı, cinsel kimliğini kimilerimizin içine sindiremediği eşcinseller ve travestiler de öyle bir renk katıyorlar.

Kabul edelim ya da etmeyelim onlarda insan ve onların da yaşama hakları var. Onları görmezden gelerek, onları yok sayarak yaşayamayız, kimse yaşayamaz. Artık onlarında yaşadıklarını, görünmez olmadıklarını kabul etmek gerekiyor.

Öldürülen bir üniversite öğrencisi olunca içimiz nasıl yanıyorsa, aynı şekilde öldürülen bir travesti olunca ona da içimiz yanmalı. Siyah kurdelelerimizi bütün kurbanlar için takmalıyız. Bizimle aynı düşüncede olmayanların da yaşama hakkı olduğunu kabul etmeli ve hayatımızda onlara yer açmalıyız.

Eşcinsellik bir hastalık değildir. Bir erkek vücudunda yaşayıp kendisini kadın gibi hissetmek veya bir kadın vücudunda erkek gibi yaşamak sakatlık değildir. Bu yüzden eşcinsellere ve travestilere de insan gibi yaklaşmamız lazım. Onlarında en az bizler kadar hayata karışma hakkı vardır.

Eşcinsellere ve travestilere hastalıklı gözüyle bakan kimi kişilerinde geceleri onlarla ilişki yaşamak için neler yaptıklarını düşününce insanın aklına Behçet Necatigil’in Renkli Fener şiiri geliyor.

"Kızlı kadınlı Beyoğlu geceleri
Gülüşleri bir tuhaf
Yürüyüşleri garip
Yollu oldukları belli.

Yerleri:
Pastaneler, duraklar, sinema önleri
Allahın talihsiz kulları
Onlar, pazarlıkta uyuşulan,
İnce eleyip sık dokumadan
Alıp çıktığımız kadınlar
Beyoğlu’nda, geceleri.

Zevk ettiklerimiz önce
Tiksindiklerimiz ayrılınca
El ağız sildiklerimiz
Hastalıklı bildiklerimiz
Sellere kapılınca
Gene de gittiklerimiz
Onlar, Beyoğlu’nda"