Sen gittiğinden beri uçurumlardan aşağı bakıyorum. Hayatımızın içinde, hep yanımızda bulunan o uçurumdan aşağı... Hani sana rastlamadan önce yüzleştiğimi söylediğim ve ta derinliklerine indiğim kendi uçurumuma bakıyorum bugünlerde.
O zamanlar insanlarla neredeyse hiç konuşmayarak hayattan elimi ayağımı çekip içime dönmüştüm. Kimdim, neydim, hayattan ne bekliyordum gibi sorularla başlayan sorgulamalar sonucunda kendi çarpıklığıma ulaşmıştım. Hepimizin içinde olan ama çoğumuzun yüzleşemediği, kendimize bile yalanlar söyleyerek sakladığımız sakat yanımız misali. Ben o sakat yanımla yüzleşmiş, ondan sonraki zor zamanlarımı da seninle atlatmıştım. Şimdi sen yoksun ve ben yine o uçurumların dibindeki çarpık, sakat ya da belki tek düzgün ve sağlıklı yanıma bakıyorum.
Bu yolculuğa bir daha çıkmam lazım bunu benim kadar sen de biliyorsun. O yüzden hayatla bağımı tekrar kestim. İç dünyama dönmek için sakladığım o yazarın kitaplarını açtım. Hani tanıştığı herkesten kendisiyle birlikte intihar etmesini isteyen yazara. Belki şimdi karşıma çıksa ben de onunla son yolculuğa çıkardım, o ruhunun kendini kemiren aşırılığı içindeyken ben de senin yokluğunun yarattığı eksiklikle hayata gözlerimi yumardım.
Heinrich Von Kleist’in sürekli savaşıp yenemediği ve sonunda teslim olduğu şeytandan bende de var gibi geliyor çoğu zaman. Ancak ben onunla işbirliği yaptım. Faustvari bir anlaşma bizimki, ben ruh huzursuzluğuna karşı onun beni korumasını istedim. Tabii şeytan ne kadar korursa. Şu an anlıyorum ki bu anlaşma yerine onun mücadele etseydim belki yanımda olabilirdin. Belki de onun sesinin beni yönlendirmesine izin vermeyip senden aldığım güçle savaşı kazanırdım kimbilir… Sonunda “Zor zamanlarda yaşadı, şarkılar söyledi, üzüldü. Burada ölümü aradı ve ölümsüzlüğü buldu” yazan Kleist’ınkine benzer bir mezar taşım olurdu belki…
Kleist’ın kendi uçurumuyla yüzleştiği düşüncesinde sadece ben değil birçok kişi hemfikir. Gerçi Georg Büchner’in Woyzeck oyunundaki repliği de duruma çok uyuyor, “Her insan bir uçurumdur. Başını döndürür kişinin, gidip aşağı bakınca.” Sen benim başımı döndürürdün, sadece gözlerine bakmam yeterliydi bunun için. Kendi içime bakınca da başım dönerdi, seninse içime tam bakmana asla izin vermezdim.
Fakat artık hepsi geçti sen gittin ve ben tekrar Kleist ile baş başa kaldım. Şimdilerde onunla konuşup duruyorum. Benden insanlara kendisini anlatmamı istiyor. Aslında bunu hak ediyor da.
1777 Frankfurt’da dünyaya gelen Kleist babasının ölümünün ardından göçmen bir vaizin disiplinine girmişti. On beşinde harp sanatı öğrenmek için Prusya ordusuna katıldı. Aslında içinde bir müzik ateşi yanıyordu. Sanata yönelik ilk adımını da gizlice izin verilen flütünü çalarak attı. Pek fazla arkadaşı yoktu ama insanlar onun flüt çalışını dinlemekten zevk alırlardı. Bir yıl boyunca talim yaptıktan sonra 1793 Meydan Savaşı’nda görev aldı. Alman tarihinin belki de en zavallı, en acınası savaşı onun içindeki özgürlük ateşini daha da coşturdu. Orada yaşananları kahramanlık olarak görmeyen Kleist bundan bahsetmemeyi yeğledi.
Gerçek bir eğitim almadığı için kendi kendisinin eğitmeni olmaya karar verdi ve tam bir Prusyalı’ya yakışır şekilde bir hayat planı çizdi. Doğru yaşamak üzerine kurulu hayat planında “dünya ile geleneksel bir hayat ilişkisi” kurmak istedi. Hayat planıyla alakalı olarak şunları kaleme aldı “Özgür, düşünen bir insan, tesadüfün onu engellediği yerde eli ayağı bağlı kalmaz… İnsan, kaderinin üstüne çıkabileceğini hisseder, hatta, doğru anlamda, kaderi yönlendirmenin bile mümkün olduğunu hisseder. Aklına göre, kendisi için hangi mutluluğun en yüksek olduğunu belirler, hayat planını kendi tasarlar…”
Yedi yıl orduda görev aldıktan sonra teğmen rütbesindeyken üniformasını çıkardı. Askerlik onun özgür ruhunu giderek sıkıyordu. Disiplini sevmesine rağmen gördüğü ve yaşadığı olaylar onu bu kararı almaya itmişti.
Sürekli okumaya, bilgili ve kültürlü biri olup okuyarak öğrendiklerini hayatın içinde kullanmaya karar verdi Klesit. Viadrina Üniversitesi’nde hukuk, felsefe eğitimi gördü. Ancak içten içe onu yakan huzursuzluğu yüzünden mantık, matematik, deneysel fizik derslerine girdi.
Aslında biraz da olsa onun huzursuzluğunu anlıyorum. Hayatın içinde en iyiyi yapmak, gelmiş ve gelecek en iyi eserleri vermek için çırpınan, kaderine karşı koymaya çalışan bir adamın huzursuzluğu vardı üzerinde. Yıllar boyu yaptıklarım beni tatmin etmedikçe aynı onun gibi huzursuzlaşmıştım ben de ama benim yanımda sen vardın, beni her seferinde sen sakinleştirmiştin. Şimdilerde huzursuzluk yine içimi kemiriyor, ama beni sakinleştirecek bir sen yok ne yazık ki.
Kleist benden daha şanssızdı, çünkü nişanlısı onun huzursuzluğunu dindiremiyor, içinde büyüyen ve kaynağı kendi olan gerginliği azaltamıyordu. O nişanlısına aylar boyu yazdığı mektuplarda ahlaki davranışın titiz mekaniğini anlatıyor ve yazdığı soru cevaplarla onu yetiştirmek, eğitmek istiyordu.
Bu hayat planı bir gece bir anda yandı. Okuduğu kitabın içinden çıkan ateş kurduğu planları kâğıttan bir evin yanması misali kül etti. Okuduğu Alman şairlerinin baş düşmanı Kant’tı. Aynı diğerlerine yaptığı gibi Kant, Kleist’ı da baştan çıkararak berrak ışığıyla adeta kör etmişti.
Bir arkadaşına yazdığı mektupta kendi mahvoluşundan bahsetti, “Benim biricik, en yüce amacım çöktü ve şimdi amaçsızım.” Ölçüsüz bir adam olan, ortayı asla bilmeyen Kleist bir kumarbaz gibi tüm varlığını her zaman tek bir karta yüklerdi ve o kart oyunu kazandırmazsa -ki hiç kazandırmadı-, yok olurdu.
Kendisine yeni bir hayat planı çizmekte gecikmeyen Kleist gösterişsiz bir hayatta, çiftçi olarak yaşamak istedi. Yeni hayat planını nişanlısına “Bir tarla ekmek, bir ağaç dikmek ve bir çocuk yetiştirmek” olarak açıkladı. Nişanlısının bu yeni hayata uyum sağlayıp sağlayamayacağı konusunda şüpheleri olduğuna yönelik bir cevap alınca da yüzüğü attı.
Tarım kitapları okurken İsviçreli çiftçilerle çalıştı, hatta kendisine bir çiftlik evi satın almaya kalktı. Sonuçta bu ruhu huzursuz ve hayat planları karşısına çıkan daha ilk engelde dağılan adam çiftçilikte de başarılı olamadı. İçindeki şeytandan kurtulmaya çalışırken hep ona daha fazla kaptırdı ruhunu. İçine daha fazla bakıp zaten boşlukta olduğu uçurumundan kendi gizlerini gözlemlemeye devam etti.
Son sığınağı olarak ise edebiyatı seçti. Susuz kalmış bir insanın suya koşması gibi tüm varlığıyla edebiyata bıraktı kendini. Herkesten daha iyi olma isteği gibi ölçüsüz bir hayale kapıldı. Gelmiş geçmiş en iyi ve en büyük trajediyi yazmaktı amacı: “Guiskard”
Bu onun için Aschylos, Sophokles ve Shakespeare’i birleştirecek bir eser olacaktı. Thurner See’de küçük bir odaya kapanarak bu büyük trajedisini yazmaya koyuldu.
Çelişkilerin beyninde arka arkaya yandığı bu adam bir yandan ölmeyi dilerken, diğer yandan eseri bitmeden ölmekten korkuyordu. Onun ölüm arayışı “Guiskard”ı yazmaya başlamadan da vardı. Mektuplarında arkadaşlarından kendiyle birlikte ölmelerini istedi. Yoğun duyguları insanları ondan uzaklaştırırken o hep kendisine yoldaş olacak birini aradı. Durmadan mektuplar yazdığı kız kardeşi Ulrike, nişanlısı ve kendisini çok seven Marie von Kleist onun duygu coşkusuna ayak uyduramadı.
Yazdığı trajediyle ölümsüzlüğe ulaşmaya çabalarken onun altında ezildi. Bir gün bütün taslaklarıyla eseri yaktı. Onu ezbere bilmesine rağmen yine de kurtulmak istedi. Ardından Fransız ordusuna katılmaya karar verdi. Düşsel bir uyurgezerlik içindeyken Fransız askerlerinin arasında Dresden’e geçti ancak casus olduğu düşünülerek Chalon’a sürüldü. Buradan kurtulduktan sonra ise huzursuz ruhunu dizginlemek için kendini şehirden şehre attı.
Eserlerini yazarken durmadan dolaştı. Avusturya savaşlarının ortasında Dresden’den Viyana’ya gitti, Aspern civarında gezerken askerler tarafından durduruldu. Kimliğini kanıtlayacak bir belgesi yoktu. Casus olduğu şüphesiyle itham edildi. Ona gizli görevler verilmiş olabileceği düşünüldü. Ne var ki onun gizli görevi ruhunun içinde, kendisine acı çektiren ıstırapları susturmaktı.
Gittikçe yalnızlaştı, halk tarafından alaya alındı, oyunları sahnelerde boş koltuklara oynadı, müdürler onu kovdu, kitaplarını bastıracak yayımcı bulamadı. Çevresindekiler; Goethe ve kız kardeşi Ulrike ona sırt çevirdi. En son olarak aylar süren kayboluşunun ardından ailesine gitti. Öğle saati yenen bir yemekte sevgiye aç olan Kleist’a bütün ailesi kin kustu, onunla dalga geçtiler. Yaşadığı aşağılanmanın etkisiyle yanlarından ayrıldı.
Bu sırada içini kanserin kemirdiği, ölümü arayan bir kadınla karşılaştı. Bu eksantrik tekliften etkilenen Henriette Vogel onunla evlendi ve ikili 21 Kasım 1811’de Potsdam yakınlarındaki Wannsee nehri kıyısında bulunan Vogel'e gitti. Yeni eşine yönelttiği silahı sonra kendisine çevirdi ve ruhunu rahatlatmayı umut ederek tetiği çekti.
Evet, Kleist’in hayatını sen zaten biliyordun. Sana anlatmıştım, hem de ayrıntılarla süsleyerek. Onca yıl içinde okudukça, duydukça, gördükçe gelişen minik ayrıntıların eşliğinde. Kleist hayatının son günlerinde aradığı yoldaşı bulmanın mutluluğunu yaşadı. Bense bulduğum yoldaşı kaybettim ve şimdi gelmeyeceğini bilerek bekliyorum seni, öylece bekliyorum…