11 Haziran 2012 Pazartesi

Tanımadığın birini özlemek

Özlemek nedir?

Birinin yanında olmayı istemek mi?

Bir yerde olmayı istemek mi? Yoksa yaşadığımız bir anı yeniden yaşamak istemek mi?

Peki ya hiç tanımadığımız birini özleyemez miyiz?

Tanıdığımız, sevdiğimiz kişiyi özlemek ağırdır. Nesini sevdiğimizi, özlediğimizi biliriz ve o mahrumiyet bizi daha da ezer.

Ne kadar ilginç bazen gidilmeyen, görülmeyen yerler, hiç konuşulmamış kişiler özleriz.

Tanıdığımız, birlikte en azından bir saat geçirdiğimiz biri olsa anlarız belki neyi özlediğimizi. Ne var ki hiç tanımadığımız birini özlemek bize de garip gelir. Bu özlem hissini duyarken de garipseriz.

Esasında bunda garipsenecek bir şey yoktur.

Özlediğimiz hakkında bir şeyler duymuşuz ya da uzaktan da olsa iletişim kurmuşuzdur. O esnada aynı zevklere sahip olduğumuzu görmüşüzdür.

Sonra bir sabah onu düşünerek uyanırız. Özleriz onun muhabbetini. Sesini hiç duymadığımız, kahkahasını, hüznünü, teninin kokusunu, saçlarını, sinirlenince nasıl baktığını, nasıl yemek yediğini, masada duran kitabın üzerine su bardağı koyup koymadığını, geceleri ayaklarının üşüyüp üşümediğini bilmediğimiz birini özleriz.

Sonrada onun yanında olmak isteriz korkarak. Çünkü hayaller gerçeğe döndükçe bozulurlar ve uzakta, tanımadığımız birini özleyince onun gerçek halinin hayaldeki gbi olmamasından korkarız.

Hayat her zaman çift tarflıdır. Bilmeyiz ki bazen özlenen, o tanınmayan ve bilinmeyen bizizdir. Özlendiğimizi bilmeden, hayallerdeki halimizi düşünmeden bozarız kimi hayalleri.

Sesimizle, hareketlerimizle, mimiklerimizle, verdiğimiz tepkilerle, “kahve içer misin” sorusuna, “ben çay tercih ederim” cevabıyla, yıkarız kimi hayalleri.

Yine de özlemenin, hele ki tanınmayan birini özlemenin güzel bir yanı vardır. Hayal etmeyi bırakmayanlar, hayatın “zorunlu hareketlerine” yenilmeyenler, uzakta, tanımadıkları birilerini özlerler.

Ve her maceraperest gibi biraz da korkaktır tanımadığını özleyenler. Sevdiğini, tanıdığını özlemenin ağırlığı yoktur, tanımadığını özlerken.