14 Ocak 2008 Pazartesi

Kelimelerin Yetmediği Şair

Bugün doğum günüm. Sabah erkenden kimse aramadan ve evime gelmeden çıkacağım dışarı. Sabah daha gün ışımaya yeni başlarken. Dünyanın her yerinde sabahlar aynıdır. Fazla bir fark olmaz aralarında, insanı kendine getirir. Sokağımın başına yürüyeceğim, oradan karşıya geçip sokak isimlerini okuyacağım. Tıpkı her doğum günümde yaptığım gibi.
Ve o sokağın başına gelince duracağım. Orada “Taşmektep” yazacak. Bu sokakta eskiden bir okul olduğunu bileceğim. Oradan pek çok ünlü isim çıkmıştır ama benim için en değerlisi Nazım Hikmet. Gariptir doğum günlerimiz arasında da pek fazla bir fark yok.
Nazım 15 Ocak 1902 günü Selanik’te doğdu. Benden bir zaman önce. Babası Hikmet Nazım Bey özgürlük yanlısı ve Abdülhamit karşıtıydı. Annesi Ayşe Celile Hamın da Fransızca bilen, resme ve müziğe karşı yeteneği olan biriydi. Nazım babasının özgürlükçü yapısı, annesinin de sanata olan yeteneğini almıştı. Hikmet Bey ile Celile Hanım 1901 yılının Şubat ayında evlenmişlerdi.
Nazım doğunca Hikmet Bey ticaretle uğraşmak için Selanik’ten babası Vali Mehmet Nazım Paşa’nın yanına Halep’e götürmüştü ailesini. Fakat burada istediği başarıya ulaşamamış ve Nazım Paşa Diyarbakır’a atanınca aile de onunla birlikte gitmişti.
Nazım Bey, Diyarbakır’da sıkılınca ailesiyle İstanbul’a gelmiş, İttihat ve Terakki Fırkasına yakınlık duyduğundan Hariciye Nazırlığına başvurarak Matbuat-ı Umumiye çevirmenliğine atanmıştı. İşler biraz düzelince Göztepe’ye taşındılar.
Nazım Hikmet de bir yıl Fransızca öğretim yapan bir okula devam edip oradan Göztepe’de bulunan Numune Mektebi'ne gitti. Yıllar boyunca birlikte olacağı ama bir gün kadınlarda uzun saçı sevdiği için anlayamadığı bir tartışmaya gireceği arkadaşı Vala Nurettin ile bizim orda ki Taşmektep İlkokulunu bitirdi. Önce Galatasaray Sultani’nin orta kısmına yazılsa da okul pahalı olduğu için Nişantaşı Sultanisi’ne verildi.
Başarılı bir öğrenci olan Nazım o sıralarda ilk şiiri “Feryad-ı Vatan”ı yazmıştı. Tarih 20 Haziran 1329 (3 Temmuz 1913), şiirde Balkan Savaşı sonucunda Osmanlıların yenilmesi ve düşmanların Çatalca’ya kadar ilerlemesine üzülen Nazım’ın vatanı kurtarma isteği yansır.
“Sisli bir sabahtı henüz / Etrafı sarmıştı bir duman / Uzaktan geldi bir ses ah aman aman / Sen bu feryad-ı vatanı dinle işte” şeklinde başlayan şiiri Nazım ilk şiiri olarak kabul etmez. Ona göre ilk şiiri 6 Kanun-ı evvel 1330’da (1 Aralık 1914) yazdığı “Yangın”dır.
Nazım Hikmet’in dayısı ressam, şair Mehmet Ali gönüllü olarak Balkan Harbi’ne girmiş, sonra da Çanakkale’de şehit düşmüştü. Dayısını çok seven Nazım Hikmet bu olay üzerine “Şehit Dayıma” isimli şiirini yazdı. Bu arada kız kardeşinin kedisi için de “Samiye’nin Kedisi” şiirini kaleme almıştı. Şiiri okuyan Yahya Kemal kediyi görünce “Sen bu pis, uyuz kediyi böyle övmesini biliyorsan şair olacaksın!”demişti. Yahya Kemal ile Nazım’ın arasındaki ilişki ileride annesi ile babasının boşanmasına sebep olacaktı.
16 Aralık 1914’de yazdığı “Bir Bahriyelinin Ağzından” şiirini aile dostları olan Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın önünde okuyunca çok duygulanan Cemal Paşa’nın yardımıyla Nişantaşı Sultanisi’nden ayrılarak 962 numarayla Heybeliada Mektebi’ne girdi. Şair Yahya Kemal de burada öğretmendi.
Yahya Kemal, Nazım Hikmet’e şiir konusunda çok yardım etti. 1918’de Yeni Mecmua’da Mehmet Nazım imzasıyla çıkan “Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı” şiirinin pek çok yerini gözden geçirip düzeltti. Fakat Yahya Kemal’in annesi Ayşe Celile Hanım’a karşı hisler beslediği söyleniyordu. Bu söylentiler Nazım Bey ile Celile Hanım’ın arasını açtı. Nazım’ın tüm gayretlerine rağmen boşandılar. Hikmet Bey bir süre sonra Cavide Hanım ile evlendi ve iki çocuğu oldu.
“Canan” diye çağırdığı Celile Hanım’a “Telaki, Erenköy’de Bahar, Bir Tepeden” gibi aşk şiirleri yazan Yahya Kemal ise sözünde durmadı ve onunla evlenmedi. Bunun üzerine Celile Hanım resim öğrenimi için Paris’e gitti.
Nazım Hikmet Bahriye’yi bitirince, Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subaylığına verildi. 1919 kışında bir gece nöbetinde ciğerlerini üşüttü ve zatülcenbe yakalandı. İki ay evde dinlendiyse de gittikçe kötüleşti. Hastanede yapılan muayenesi sonucu subaylığa elverişsiz olduğu ortaya çıktı ve 17 Mayıs 1920’de askerlikten çürüğe ayrıldı.
Delikanlılık çağındaki Nazım tüm hayatı boyunca tadacağı aşk duygusuyla tanıştı. İlk aşkı Marika isimli bir Rum kızıydı. Sonra da eski bir valinin kızı olan Sabiha’ya gönlünü kaptırdı. Onun için “Gözleri Siyah Kadın” şiirini yazdı.
1920 yılında Alemdar dergisinin açtığı şiir yarışmasında “Bir Dakika” şiiriyle birinciliği kazandı. Yazdığı şiirleriyle basında olumlu övgüler almaya başladı.
Ahmet Hamit, Refi Cevat, Halit Fahri, Yusuf Ziya ondan övgüyle söz ediyordu. 1920 yılında “Gençlik” şiirini babasına ithaf etti. Şiiri yazdıktan sonra usulca babasının odasına girip bu şiiri masasına bıraktı ve “milli mücadele”ye katılmak için Anadolu’ya geçti. Yanında arkadaşları Vala Nurettin, Yusuf Ziya ve Faruk Nafiz vardı. 1921’in ilk günü Sirkeci’den kalkan küçük “Yeni Dünya” vapuruyla İnebolu’ya gittiler.
Yusuf Ziya ile Faruk Nafiz’in Anadolu’ya geçişlerine izin verilmeyince arkadaşlarının geri dönmesine rağmen Nazım ile Vala yola devam etti. Ankara’ya ulaştıklarında Matbuat Müdürü Muhittin (Birgen) Bey onları karşıladı. Maarifte çalışmaları istense de ilk başta razı olmadılar. Cepheye gitme işi suya düşünce mecburen kabul ettiler ve 14 Haziran 1921’de Bolu Sultanisi “Kısm-ı iptidai muallimliği”ne atandılar. Nazım burada bir yandan Fransızca'sını ilerletirken diğer yandan yobazlara, gerici ve çıkarcılara karşı “Kara Kuvvet” şiirini yazdı. Türk Ocağı’nın açılışında “Kırk Haramilerin Esiri” şiirini okuyarak padişah yanlılarının düşmanlığını kazandı.
Bir gün Nazım ile Vala, Rusya’ya gitmeye karar verdi. Trabzon’a gidip valiye Batum yoluyla Kars’a oradan da Kazım Karabekir’in bölgesinde çalışmaya gitmek istediklerini söylediler. Valinin dedesinin Nazım Paşa’yı tanıması sonucu onay alarak İtalyan vapuru Kornilov ile 30 Eylül 1921’de Batum’a ulaştılar. Burada sıkıntılı günler geçirirken Şevket Süreyya’ya rastladılar. Üçü birlikte Kunt Üniversitesi’ne yazıldılar. Burada çeşitli uluslardan gelen gençlerle tanışıp Fransızca'larını ilerleterek Rusça çalışıp ekonomi politik öğrendiler. Nazım ile Vala burada kızların saçı yüzünden tartışır. Vala, Nazım’ı geri kafalılık ve kontrevolüsyoner olmakla suçlar. Neredeyse yumruk yumruğa kavga edecekleri sırada olayı gören bir profesörün araya girmesiyle tartışma sona erer.
Rusya’da o sırada devrimin ateşi yanmaktadır ve sançtılar için tam bir cennettir. Nazım bu havadan çok etkilenir. Bu sırada gençliğinde Nişantaşı’nda tanıştığı Nüzhet Hanım Moskova’dadır. Esasında Nazım yazdığı mektuplarla onu çağırmış Nüzhet Hanım’ın ailesi de kızlarının Moskova’da okumasına ses çıkarmamıştır. Burada ikisinin dostluğu ilerler ve evlenirler. Ancak Nüzhet’in sağlığı bozulunca Bakü’deki amcasına gider. Hastalığı ilerleyince de Avrupa’daki Tarta Senatoryumu’na... Burada evliliğini uzun uzun düşünüp Nazım Hikmet’in “Mavi Gözlü Dev” şiirinde belirttiği nedenlerden dolayı ayrılırlar. “O mavi gözlü bir devdi / Minnacık bir kadını sevdi / Kadının hayali minnacık bir evdi / bahçesinde ebruli, hanımeli açan bir ev”. Aslında Nazım bu şiiri boşandıktan sonra Beyoğlu’nda Nüzhet’in kendisini görüp başını çevirmesi üzerine yazar.
Nüzhet’ten ayrıldıktan sonra üniversiteden sarı saçlı, mavi gözlü Liyolya’ya yakınlık duyar. Bu arada yazdığı oyunlar sahnelenir, şiirleri basılır. Yıl sonunda Türkiye’ye geri dönmesi gereklidir. Liyolya’ya kendisini aldıracağını söyler ama Odessa’ya gelen sevgilisi sınırı geçemez.
İstanbul’a dönünce babasının yanına taşınır. 21 Ocak 1925’de çıkmaya başlayan Orak-Çekiç gazetesinde yazmaya başlar. Ocak ayı nedense Nazım’ın hayatında hep dönüm noktalarına denk gelir. Belki tesadüf belki de kader. Orak-Çekiç ile birlikte hayatı boyunca devam edecek polis takibi de başlar. Hem takipten kaçmak hem de örgütsel işler için İzmir’e gider. Polis onu İstanbul’da ararken o, yangı yerinde taştan yapılma, penceresiz bir kulübede kalır. Buradan gece toplantılarına gider ve “Güneşi İçenlerin Türküsü”nü yazar.
Şehy Sait İsyanı nedeniyle çıkarılan Takrir-i Sükun yasası gereği Ali Çetinkaya’nın başkanlığında Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanır ve gıyaben 15 yıl kürek mahkumiyeti alır. İzmir’den İstanbul’a sahte kimlikle gelerek annesinin yaptığı makyaj sayesinde Kırım üzerinden Şefik Hüsnü ile birlikte Moskova’ya gider. Türkiye Komünist Partisi için açılan davada Şevket Süreyya ve Vedat Nedim’in ifadeleri uyarınca gıyaben üç ay mahkumiyet alır. Suçsuzluğuna inandığı halde yapacak bir şeyi yoktur. Bu olaydan sonra Süreyya için “Bukalemun gibidir. Her yerde kullanılmaya uygun bir kişiliği vardır. İnanmış göründüğü zaman hiç inanmadığı zamandır aslında” diyecektir.
Moskova’da iki yıl daha okur ve burada tanıştığı Lena Yurçenko ile 1926 sonunda evlenir. Aynı yıl yeni Türk Ceza Kanunu kabul edilir. 15 yıllık mahkumiyeti bir yıla iner. Eşi Lena ile ülkeye geri dönmek için Türk Sefareti’ne başvursa da sonuç alamaz. Sahte pasaportla Türkiye’ye girer ve Hopa’da yakalanır. Pasaportsuz sınırı geçme suçundan üç gün hapis cezası alıp önceki cezası nedeniyle kelepçeli olarak İstanbul’a gönderilir. Bilekleri kelepçeye alışmaya başlamıştır. Kendisiyle görüşen gazetecilere “hiçbir örgüte mensup değilim. Marksizmin yalnız edebiyattaki tezahüratıyla alakadarım” der.
Verilen iki karar kendisine bildirilince dilekçeli yargılanmaların yüzüne karşı yapılmasını ister. Davaya Ankara’da bakılır. İstiklal Mahkemesi’nin kararı kaldırılsa da sahte pasaport taşımak yüzünden üç ay hapis cezası alır. Hapisteki süresi cezayı geçtiği için serbest bırakılır.
Babası oğlu solcu olduğu için işten atılmıştır. Az bir maaşa Kadıköy’de şimdi opera binası olan Süreyya Sineması’nın müdürlüğünü yapmaktadır.
1929’da “835 Satır” isimli kitabı çıkınca edebiyat dünyası adeta yerinden oynar. Ahmet Haşim bile Nazım’ı alkışlamaktan geri kalmaz. Buradaki şiirler hem biçim hem de içerik açısından Türk şiirine yepyeni bir soluk getirmiştir. Bu arada şiiri yüzünden edebiyat dünyasında eski yeni kavgası da çıkar. Yakup Kadri, Ahmet Haşim, Hamdullah Suphi ve Yusuf Ziya ona şiddetle saldırırken Nazım taşlama şiirleri “Cevap No.1, Cevap No. 2, Cevap No. 3” ile karşılık verir. En büyük kavgasını ise bir dönem kendisini koruyan Peyami Safa ile yapar. İlk çalışmalarını Nazım’a adayan Peyami daha sonra en azılı düşmanlarından biri olur. Aşk ve nefret çok yakın duygular değil midir? Bazen en büyük kavgalardan büyük aşklar doğduğu gibi büyük sevgilerden ömür boyu sürecek kavgalar da çıkmıştır.
1930 yılında kız kardeşinin arkadaşı Hatice Zekiye Pirayende ile tanıştı. O zaman Piraya Hanım evli ve iki çocuk annesiydi. Ancak kocası onu ve çocukları bırakıp Mısır’a gitmişti. Nazım ilk görüşte âşık oldu ama sevdiğine kavuşması için biraz daha vakit vardı.
Babası Nazım Bey 1932 Mart’ında bir köpek tarafından ısırılınca kuduz iğnesi yaptırır. Daha sonra yolda bir arabadan kaçmak isterken kafasını vurunca bu sefer de tetanoz iğnesi yaptırır. Ancak aynı gün yapılmaması gereken iğneler sebebiyle eve ateşler içinde gelir. Süreyya Sineması’nın patronu Süreyya İlmen hesap istemek için eve geldiğinde cevap verecek halde değildir. Süreyya İlmen evden sinirle çıkmış oysa Nazım Bey bitkin düşmüş ve oğlunun dizinde ölmüştür.
Bu olay üzerine Nazım “Hiciv Vadisinde Bir Tecrübei Kalemiye” şiirini yazar. Süreyya İlmen bu şiirde kendisine ve ölü babası Rıza Paşa’ya hakaret olduğu iddiasıyla dava açar ama ilk başta davayı kazansa da yargıtay kararı bozar.
Bu arada “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?” kitabı çıkmış, mart ayında “Kafatası”, kasımda ise “Bir Ölü Evi” oyunları sahnelenmiş ve büyük beğeni kazanmıştır.
Bir sonraki yıl İstanbul duvarlarına asılan ilanların Adana, Bursa ve Edirne illerini de kapsayan bir örgütün işi olduğu, Nazım Hikmet’in de bu örgütün üyesi olduğu gerekçesiyle açılan davada gözaltına alınır. 31 Mayıs’ta Bursa cezaevine nakledilerek 146 ve 147. maddelerden hakkında idam istenir. Mahkeme ve yargıtay arasında gidip gelen kararlar neticesinde 4 Ağustos 1933’de dört yıllık mahkumiyet alır.
Cumhuriyet’in onuncu yılı nedeniyle çıkan af kapsamında cezasının üç yılı düşer. Yaklaşık bir yıl hapis yattıktan sonra dışarı çıkar. İş bulmakta zorlanınca Orhan Selim adıyla yazılar yazmaya başlar. Ancak ihbarlar gelince kimliğini açıklamak zorunda kalır. Sanki gizli bir el hep peşindedir ve hep boşluğunu yakalamaya çalışır.
31 Ocak 1935’de Piraya Altınoğlu ile Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde evlenir. İpek Film’de çalışmaya başlar. Burada kendisini Kara Harp Okulu’ndan Ömer Deniz adında bir öğrenci üniformasıyla görmeye gelir. Nazım onu kovup Emniyet’i arayarak “Şimdi de askeri elbiseyle mi çıkıyorsunuz karşıma. Beni rahat bırakın” der. Ancak Harp Okulu Davası’nda bu görüşmelerde Nazım’ın ordu içinden gençleri ilerde komünist devrim için kışkırttığı suçlamasıyla 15 yıl hapis cezası alır. Benzer bir durum “Donanma Davası”nda da olur. Hiç bulaşmadığı işler yüzünden sadece şüphelilerin üstünde şiirleri bulunduğu gerekçesiyle hapse atılır.
Bu zamanlarda en büyük yardımcısı karısıdır. Büyük dayısı, Kurtuluş Savaşı kahramanlarından General Ali Fuat Cebesoy onu kurtarmaya çalışsa da başaramaz. Halbuki Nazım “Kuvay-i Milliye” şiirini yazdıktan sonra dayısından Mustafa Kemal’e okutmasını istemiştir.
İstanbul, Çankırı ve Bursa hapishaneleri birbiri kovalar. Kemal Tahir, Orhan Kemal, A. Kadir ve Balaban’ı bu hapishanelerde yetiştirir. Hapishane’de resim yapan, şiirler yazar; özellikle de Piraye için. Bursa Hapishanesi’nde dokuma tezgâhı bile işletir. Gelen parayı karısına, Kemal Tahir’e ve Orhan Kemal’e verir. En büyük arzusu biricik karısının gelip kendisini görmesidir.
Onca zorluktan sonra 8 Nisan 1950’de açlık grevine başlar. Altmış beş yaşındaki annesi Celile Hanım da 9 Mayıs’ta oğluna destek verir. Bu açlık grevleri Türkiye ve dünyada büyük ses getirir. Sonunda 15 Temmuz 1950’deki af kanunu ile özgürlüğüne kavuşur. 13 yıl hapis yatmıştır.
Piraye’nin son dönemde kendisini ihmal edişi yüzünden gönlü dayısının kızı Münevver’e kaymıştır. Piraye’den ayrılmak ister. Münevver’in kızı sebebiyle kocasıyla barışması ise onu çileden çıkarır.
Sonunda Piraye’den boşanır ve Münevver ile evlenir. Oğlu Mehmet doğar ama bu sırada askere alınma kararı ile karşılaşır. Subayken çürüğe çıkmasına rağmen 50 yaşında er olarak iki sene askerlik vardır önünde. Bu zorluğa dayanamayacağını düşünür. Kulağına kötü söylentiler çalınmaktadır. Üvey kardeşinin nişanlısı Refik Erduran onu bir motorla yurtdışına kaçırabileceğini söyler.
İlk başta bu teklifi reddetse de arkadaşlarıyla konuştuktan sonra kabul eder. 17 Haziran’da bir Romen gemisiyle giderken son defa çok sevdiği ülkesine bakar Nazım. Arkada karısı ve iki buçuk aylık oğlu vardır.
Bükreş’e giden Nazım oradan uçakla Moskova’ya geçer. Burada sevgi gösterileriyle karşılanır. Ancak eski Rusya’dan farklı bir yerdir artık burası. Lenin ile Stalin arasındaki farklar ülkeye yansımıştır. Nazım bütün olumsuzlukları hemen görür ve dile getirir.
O gördüğü haksızlıkları ne pahasına olursa olsun dile getirirdi. Nazım’ın 1929’da partiden atılması zaten bir sorun olmuştu bunun üzerine Rusya’yı eleştirmesi ise tuz biber ekti. 15 Ağustos 1951 günü resmi gazete vatandaşlıktan çıkarıldığı yazdı.
Bu dönemde Bulgaristan’da bulunan Türklere gitme izni verildi, ancak düşünülenden fazla kişi gitmeye kalkışınca durumu düzeltmek için Nazım’dan Bulgaristan’a gitmesi istendi. Rusya’nın boğucu havasından çıkan Nazım burada Türklerle konuştu ve onları gitmemeleri için ikna etti. Ancak kendisine verilen sözlerin tutulmadığını görünce ilerde canı sıkılacaktı.
Nazım Hikmet’in memleket hasretiyle birlikte kalp hastalığı da başlamıştı. İlk enfarktüsü Pekin’de geçirdi. Berlin’de yüreği tekrar sızladı ve Rusya’da senatoryuma yatırıldı. Bura hayatının aşklarından Galina Kolesnikova ile tanıştı. Galina daha sonra Nazım’ın özel doktoru, sekreteri ve sevgilisi olacaktı.
Nazım kendine iki katlı bir ev aldı. İçini Türkiye ve dünyadan gelen eşyalar doldururken duvarlara Münevver ile Mehmet’in fotoğraflarını astı. Galina ilk başta bu ilişkinin birkaç aydan fazla süreceğine ihtimal vermese de yedi yıl sürdü ilişkileri. Nazım oğlunun ve karısının Türkiye’de yaşadıkları hayatı öğrendikçe kahroldu.
1953’de kalbi durunca klinik olarak öldü. Yanında Doktor Galina vardı, sevdiği kadının kalbine yaptığı adrenalin iğnesi onu hayata döndürdü.
Stalin’in ölmesi ortamı biraz rahatlattı. Nazım dönemi anlatan İvan İvanoviç oyununu yazdı. Ancak oyun ikinci gecesinde yasaklandı. Nazım bu yasaklama üzerine intihara teşebbüs etti. Galina onu yine kurtardı, son kez...
Nazım bir anda yeniden gençleşti, çünkü hayatına yeni bir aşk girmişti, adı Vera idi. Evli, çocuklu ve Nazım’dan 30 yaş küçük bu kız hayatını bir anda değiştirdi. Doktor bu kalple âşık olursan ancak üç yıl yaşarsın demişti, onun sözünü kabul etti. Galina’ya hiç şiir yazmamasına karşın Vera’ya sürekli şiir yazıyordu. Yeni aşkını bir dakika bile yalnız bırakamıyor ve hep onunla olmak istiyordu. 18 Kasım 1960’da evlendiler. Balaylarını Paris’te yapan çift Abidin–Güzin Dino çiftiyle burada tam 40 gün kaldı.
Nazım hayatının artık sonlarına geldiğini fark ediyordu, tek endişesi ise geride bıraktığı karı ve oğluydu. Sonunda onları da ülkeden çıkarmayı başardı, ama artık evliydi ve durum biraz gergindi. Aile üç gün bir arada oldu. Sonra Nazım oğlu ile Münevver’i dostlarına emanet edip Vera’nın yanına döndü.
3 Haziran 1963 pazartesi sabahı gazeteleri almak için açtığı kapısını bir daha kapayamadı. Doktorun verdiği üç yıl dört ay fazlasıyla yaşanmıştı. Nazım’a muhteşem bir cenaze töreni yapıldı. Hayatının son dönemdeki üç aşkı Münevver, Galina ve Vera cenazesindeydi. Naşı daha sonra Novodeviçiye Mezarlığı’na defnedildi. Vasiyet şiirinde istediği Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülemedi hâlâ…
Sabah soğuk ve ben doğum günümde benimle aynı yerlerde yaşamış büyük şairi düşünüp yola çıkacağım. Bir çınar ağacının yanında şiirlerini okuyacağım. Doğum günümde kimseyle konuşmadan dolaşacağım her yerde bir mısra okuyarak. Sabahların her yerde aynı olduğunu ama memleketin hiçbir yerde aynı olmadığını bilerek savuracağım mısraları havaya.
En sona son şiirini saklayacağım; “Gelsene dedi bana / Kalsana dedi bana / Gülsene dedi bana / Ölsene dedi bana / Geldim / Kaldım / Güldüm / Öldüm”.