12 Mayıs 2010 Çarşamba

Galata ve ney

Yazın gelmeye başladığını anlatır şekilde hava önce kızararak gecenin geleceğini haber veriyordu. Galata’nın o tarih kokan akşamında ben elimdeki kadehten gelen anason kokusunda senin hayalini gözlerimin önüne getirdim.

Galata’nın o yokuşlu, arnavut kaldırımlı yollarına düşmeden önce son kez batmakta olan güneşe baktım ve güneşin mi yoksa senin hayalinin mi yaşarttığını kendime pek de itiraf edemediğim iki küçük damlacıkla kendimi yollara vurdum.

Galata’dan Tünel’e doğru çıkarken sağdaki mevlevihanenin önünde bir an için durdum. İçerden gelen o ney sesi ile kendimden geçtim ve semaya doğru yükselmeye başladığımı hissettim. Bilirsin ney sesine karşı ayrı bir düşkünlüğüm vardır.

O saatte aklıma birden seni bir daha görememe korkusu düştü. Birden gelen, ilk anda ne olduğunu anlayamadığın ama keskin bir acıyla içinin yanmaya başlamasından bir şeylerin doğru gitmediğini fark ettiğin zamanlardaki gibi, seni kaybetme korkusuyla kendimi ney sesinden uzaklaştırarak Taksim’e doğru yürümeye başladım.

Taksim’de herkes sevgilisiyle birlikte ele ele mutlu bir halde yürüyordu. Ben ise yanımda senin hayalini taşıyordum. Elini tutamasam da, gözümün önünde hayalinin yarattığı mutlulukla o an Taksim’de bulunan herkesten daha mutlu olduğumu biliyordum.

O aşk haliyle dolmuşlara gittim. Arkadaki koltuğa attım kendimi ve senin hayalini özenle koruyup, kalbimin içine, en incinmeyeceğin yere sakladım. Dolmuşun dolmasını beklerken gözlerimi kapayarak aklımda biraz önce dinlediğim neyin tınısını duymaya çalıştım.

Sonra bir koku yayıldı dolmuşa. Bu senin parfümünün kokusuydu. Seni düşündüğüm zaman nedenini anlamadığım bir şekilde burnuma gelen kokun.

Gözlerimi açtığım zaman seni göreceğim korkusu, heyecanı, umudu, çekimserliğiyle biraz daha parfümü kokladım. Bir an Jean Babtiste Grenouille gibi o kokunun sahibi olma fikri geçti aklımdan.

Seni görebilirim heyecanı ve göreceğim kişinin sen olmayacağını bilmenin acısıyla gözlerimi açtım. Evet, sen değildin. Parfüm belki senin parfümündü ama o kişi sen değildin. Bu şekil bir yolculuğa dayanamayacağım için kendimi dolmuştan dışarı attım.

Ciğerlerimin arasındaki kalbim sıkışıyordu. İçimdeki seni görme isteği o kadar fazlalaştı ki sana ulaşacak yolları koşarak yanına gelebileceğimi düşünmeye başladım. Hayatında yaşadığın ve yaşayacağın tüm anlardan daha önemli olacağını düşünüp, tüm kötü ihtimalleri elinin tersi ile iten duyguların bütün vücudumu sarmaya başlamasına karşın ben sana doğru koşmadım, koşamadım…

O an beni sakinleştirecek, içimdeki seni görme arzusunu dizginleyebilecek tek yere mevlevihaneye doğru koşmaya başladım. İstiklal Caddesi’nin içinde deli gibi koşarken insanların benden kaçtıklarını fark ettim ama umurumda değildi. O an yapmak istediğim tek şey içimdeki, kalbimi sıkıştıran, tüm mantıklı düşünme yetilerimi yavaş yavaş yok eden seni görme isteğini bastırmaktı.

Mevlevihaneye vardığım zaman kapılar kapanmıştı. İçeri girmenin de yasak olduğunu biliyordum ama bu gece başka nerede olursam olayım kendimi iyi hissetmeyeceğimi seni yanıma getirmek için her şeyi yapacağımı biliyordum. O çaresizlikle demir kapılardan yukarı tırmanarak içeri girdim. Ne var ki çok da gitmeye korktuğum için uzaktan gelen ney sesini duyabileceğim bir aralıkta yere uzandım. Soğuk toprağın verdiği hafif üşümeyle ellerimi bacaklarımın arasına kıstırdım.

Üşürken bir yandan da senin aklımdan çıkacağını düşünüyordum. Ney sesi ile giderek büyülenerek ve hafif hafif uyumaya başlayarak gözlerimi kapadım.

Bir süre sonra çevremde bir grubun olduğunu fark ettim. Hepsi sakallı, ellerinde neyleri olan dervişler gelmişler ve bana bakıyorlardı. Ardından biri sırtındaki hırkayı çıkarıp üstüne örttü ve beni ayağa kaldırdı. Hemen koluma giren diğer iki derviş beni mevlevihaneden içeri taşıdı.

Ne bir soru sordular, ne de bir şey istediler. Sadece beni içeri alıp neylerini üflemeye başladılar. Ben o seslerle içten içe yandım. Ruhumun binlerce parçaya bölünerek neylerin içinden geçişine tanık oldum.

Neyin o ilahi sesi kulaklarımda, ruhumda, kalbimde, beynimde dolaşırken seni gördüm. Bana gülümsüyordun. Gözlerimi kapayarak kollarımı sana uzattım. Göğe yükselen bir kuş misali sana doğru geliyordum. Sana yaklaştıkça kalbim daha da hızlı çarpmaya başladı. Sonra gülen yüzüne bakarken elini uzattın bana...

Sabah kendimi bahçede uzanırken buldum. Ne geceden ne de derviş neyzenlerden bir iz vardı. Sadece üzerimde bir hırka, kulaklarımda neyin sesi ve aklımda seninle Galata’nın o arnavut kaldırımlı yollarını tuttum.